Böyle yazıları çoğu zaman masa başında değil ama yürürken yazıyorum, tabii kağıda değil. Dün öğlen vakti evden çıkıp Üsküdar sokaklarında 23km kadar yürüdükten sonra tekrar kürkçü dükkanına geri döndüğümde de makale artık hazır gibiydi. Ama önce okuyucuların anlayabileceği bir düzene sokulması ve bilâhare içeriğin birkaç kez yumuşatılması, küfürlerden vesaire arındırılması ve tabii kısaltılması gerekiyordu ama yine de pek kısa olamadı.
Sabah Bodrum yat limanından kayığı çözdüğümüzde yaprak kıpırdamazken, hedefimiz kuzey olduğu için güneybatı ayağını tamamlayıp yarımadayı döndükçe hâkim durumdaki kuvvetli kuzey rüzgârını hissetmeye başladık fakat ilk olarak yolumuzun üstündeki Turgutreis'e uğramak icâb ediyordu. Önceki iki günü sabahın köründen itibaren Gökova körfezinde, gölgesiz açık güverte üzerinde güneş altında tuz ile birlikte kavrularak geçirmemizden mütevellit kızarmış suratlar ve çatlamış dudaklar ile yat limanının yakıt iskelesine bağlandık.
Mazotu aldıktan sonra birkaç saatliğine karaya çıkıp bir iki ziyaret gerçekleştirdik. Bu vesileyle önceki gece kayıkta okumaya başladığım ve elimden bırakamadığım bir kitabı da bâzı açılardan ilgisini çekebileceğini düşündüğüm (ama bu varsayımımda belki de yanılıyordum) Heidelberg ve MIT kökenli Fizik Doktoru sağlam bir bilim adamı ve iyi bir denizci eski arkadaşım Mehmet'e verebilme imkânı da hâsıl oluverdi. Ahmed Yüksel Özemre tarafından yazılmış bu kitabı uzun zaman önce almış olmama rağmen bir türlü okuyacak fırsatı ve isteği bulamamıştım ama neyse ki denizde olunca işler değişiyor. Bu makalenin yazılmasına sebep olan "Portreler Hâtıralar" isimli kitâba daha sonra döneceğiz.
Neyse, öğleden sonra Turgutreis'teki işlerimizi, yemek ve kahve fasılları da dahil olmak üzere tamamlayınca limana gidip kayığı çözdük ve geceyi insanlardan uzak, sessiz sakin bir şekilde geçirmek ve sabah da kuzeye doğru yola koyulmak üzere hemen batıdaki Çatalada'nın kuytusuna demirledik, acelemiz de yoktu doğrusu.
Gün boyu kuzeyli esen kuvvetli rüzgâr gece de fırtınamsı rüzgâr kıvamında uğuldadı durdu ve sabah ve gün boyunca ve dahi sonraki gece de yavaşlamadan devam etti. Kuvvetli rüzgârın sabit arma etrafından geçerken oluşturduğu girdap dökülmelerinin meydana getirdiği uğultuların hoş sedası ve mandarların direğe çarparak oluşturduğu asabî tıngırdamaların altında uyumayı da özlemişim.
Dalga mekaniğinin nâdide tabiatı gereği adanın kuzeyini dövmekte olan yedi şiddetindeki denizin dalgalarının süzülmüş belli genlik ve frekansta olanlarının kuzeydoğu burnunun üzerinden hidrodinamik dönme kuramına uygun olarak büyük bir dönüş yapıp güneydeki teknemizi tatlı soluganlarla yalpaya düşürüp durması da adeta seyirde uyuyormuş etkisine sebep olmaktaydı. Suya saldığımız yaklaşık 38 metre galvaniz zincirin ucundaki lenger ise bu şartlar altında hiç yerinden kıpırdamayarak kendini ispatlamıştı.
Doğrusu hava güzel, yerimiz de kıyak olduğundan sabaha kavuştuktan sonra da demir alasımız gelmedi. Aslında hadi desem Ali tamam derdi veya Ali demir alalım dese ben hemen başüstüne yollanıp Bismillah Vira ırgata basardım ama tembellik ağır bastı. Bir günden fazladır esmekte olan 25-30mil rüzgâr ile hâsıl olan 6-7 şiddetindeki denizin bizi her zamanki gibi kafadan beklemesinin de bu eğilimimiz üzerinde bir etkisi yok değildi hani ;)
Önceki cümlede mil demişken bu noktaya biraz açıklık getirmekte fayda var. Denizcilikten bahsettiğimize göre burada denizci dilinin kullanılmakta olduğu aşikârdır ve bu camiada mil sadece ve kısaca deniz mili anlamına gelir. Bu birime deniz mili denmesinin temel sebebi ingiliz birim sisteminde bir de kara mili kavramının söz konusu olmasındandır ki Türkiye'de zaten kara mili gibi bir birim kullanılmadığı için bizim açımızdan zaten mil, denizmilidir.
Bunun küçük bir istisnası olarak sürat teknesi camiasından bahsetmek mümkündür ki bu camia daha büyük sürat değerleri ifâde edebilmelerine olanak sağladığı için olsa gerek denizcilik geleneklerine aykırı olarak kara mili ile konuşur ve böylece meşhur; "abi bu tekne kaç yapıyor?" soruna mesela 50 yerine 57,5 diyebilmek imkânına da kavuşmuş olurlar yani sadece psikolojik bir etki. Diğer taraftan sürât teknecilerinin denizci olarak sınıflandırılıp sınıflandırılamayacağı hususu tartışmaya açıktır ;)
İkinci olarak; elbette mil bir sürât değil mesafe birimidir yine de denizciler bu kavramı hem mesafeyi hem de teknenin sürâtini ve ayrıca rüzgâr ve akıntı hızlarını da ifâde etmek amacıyla konuşma dilinde kullanırlar ki bunun makûl sebepleri vardır.
Yine de teknik belgelerde, şartnamelerde vs süratin bu şekilde ifâde edilmesi sıkıntılara sebep olabilir ve böyle durumlarda sürât biriminin denizmili/saat (dnm/s) şeklinde ifâde edilmesi uygun olacaktır. İlâve olarak deniz üzerinde mesafe ölçmek için 1.852m'ye karşılık gelen bu birimin kullanılmasının bâriz teknik sebepleri de mevcuttur.
Tabii bir de knot'çılar ve knot'çular mevcuttur. Bu türler daima olmasa da genellikle neyi neden yaptığının veya söylediğinin bilincinde değildir mesela knot tanımlamasının nereden geldiğini ne bilir ne de bilmek ister.
Geçmiş zamanın birinde bir knot'un saatte 1 denizmili yol almak anlamında olmadığını, denizmili/saat ile knot'un tamamen farklı büyüklükler ifâde ettiğini ısrarla iddia eden bir ticari kaptanı ile tanışmıştım, böyle durumlarda tartışmayı uzatmak faydasızdır en iyisi oradan hemen uzamaktır.
Türkçe'de son senelerde maalesef yaygın olarak kullanılmaya başlanmış olmakla birlikte knot diye bir ifâde kullanmak abestir ve "Yarın yeni bir Television alacağım ve onu Train ile eve götüreceğim" gibi bir cümle kurmaktan farkı yoktur. Belki anlamını gerçekten ifade edebilmek için düğüm diyebilirsiniz ki bu birime düğüm denmesi elbette boşuna değildir ama böyle bir yaklaşım ingilizce ve amerikanca dışındaki bütün diğer dilleri aşağılık olarak gören insanlara ters gelir. Sözün özü mil iyidir!
Rüzgâr Daima Kafadan Eser
Aslına bakılırsa çok uzun senelerdir ne zaman denize çıksak rüzgârın neredeyse her zaman tam istikâmetimiz yönünden gelmesine gâyet alışkınız; bu sebeple sabah, kahveleri içtikten sonra demir alıp camadan ile orsa tıramola yol alabilirdik ama kafadan gelecek ortalama 3,5-4 m yüksekliğinde ve görece kısa boylu dalgalar bir isteksizliğe de sebep olmuş olabilir. Doğrusu altımızdaki kayık yaklaşık 12m'lik, uzun salmalı gerçek bir açık deniz teknesi olsa da üzerimde bir yorgunluk da vardı ve mevcut deniz şartlarında yüksek genliklerde başkıç vurmak suretiyle daha fazla dayak yeme isteği sanırım ikimizde de pek yoktu ve bu fiziki bir yorgunluk da değil fakat mânevi sıkıntıların ağırlığından kaynaklanan ve zamanla hafiflemeyen, farklı türde bir ruhî yorgunluktu.
Velhasıl demirlemiş kayığımızın havuzluğuna kurulmuş çay içmekte iken bir yelkenli biraz açığımıza demirleyip kıçtan kara oldu, daha ileriye de kırmızımsı bir şamandıra atarak farazî bitiş hattını deniz yüzeyine çizdikten biraz sonra ufukta, Akyarlar ile İstanköy adası arasında, Bodrum Kupası 2016 yarışlarına katılan tekneler belirdi, evet tam önümüzdeki bir hâkem teknesiydi ve eğlence ayağımıza gelmişti. Biz de saatlerce hemen önümüzdeki bitiş hattına ulaşarak ilk günü tamamlayan ve oradan Gümüşlük limanına yönelen muhtelif ölçek ve nitelikteki yelkenlileri keyifle izledik, eğlendik, Akyarlar Turgutreis arasındaki kısa mesafede kuvvetli kafa rüzgarına ve 6-7 şiddetinde denize mâruz kalan tekneleri ve tıramolalarını izlemek gayet zevkliydi ne de olsa güvertelerde yorulanlar biz değildik.
Yukarıda bahsi geçtiği üzere yanımda getirdiğim kitap ile işim bittikten sonra teknedeki kitaplara sulandım. Önümüzdeki gün ve geceyi de demirli geçireceğimiz kesinleşince Ali'nin tavsiye ettiği Buz adlı ikinci kitabı da okumaya fırsat oluşmuştu. Tristan Jones adlı bir galli (yazar kendisinin galli olduğunu özellikle vurguladığı için böyle yazdım yoksa bizim bakış açımıza göre ha ingiliz ha galli veya iskoç, hepsi bir) denizci tarafından Kuzey Buz Denizi'ne 1950'lerin sonlarında yaptığı bir yolcuğun hikayesinin anlatıldığı bir kitap. İçerik açısından kitap herhangi bir denizci için doğal olarak ilgi çekici olmakla birlikte edebî açıdan parlak değil. Yazar biraz Jack London vâri edebiyat yapmak istemiş gibi görünse de başarılı olabildiğini söyleyebilmek mümkün değil, London'ın kitaplarında fırtınaları ve soğuğu iliklerinize kadar hissedebilmek mümkün iken Jones için durum böyle değil. Tabii bir de yazarın dünyadaki bütün denizci milletlerin kendi kelt atalarının soyundan geldiğini iddia ettiği tahammül edilmesi zor bölümler var ki insana adeta bütün trajik ve komik taraflarıyla güneş dil teorisini hatırlatıyor; amma uzun olmuş amazon hesâbı...
Resim.1) Yazı gayet uzun olmasına rağmen içinde hiçbir görsel malzeme olmadığını fark edince bâri bizi bu seferde oraya buraya taşıyan yelkenle yürüyen kayığımızın eski bir fotoğrafını yerleştireyim dedim...
Ertesi sabah artık teknede yiyecek ve içecek pek bir şey de kalmayınca demir almak gerekli hâle geldi ve güzel bir havada hafiflemiş ama yine kafadan gelmeye devam eden rüzgâr altında rahatça hedefe ulaştık ve kayığı bağladık. Bu arada benim açımdan şimdi ortaya çıkan asıl önemli husus kıymetli dostum ve doğuştan denizci Ali'nin yakında muhtemelen tek başına, Malta seferine çıkmaya karar vermiş olması ve birkaç sene önce uygulanmaya başlayan yeni pasaport kanunu ile artık eski pasaportumun yerine yeni bir pasaport alabilmem mümkün olmadığı için bu sefere katılamayacak olmam şeklinde zuhûr etti.
Oysa yol üzerindeki Burak Adası civarında Burak Reis ve isimleri unutulmuş denizcilerin ve bilhassa Malta'da 83 yaşında şehit olan Turgut Reis'in ve bütün şehitlerin ruhlarına Allah rızası için tam yerinde birer Fâtiha okuyabilmek isterdim hatta o kadar gitmişken belki de Ali'yi galeyana getirip karşı kıyıda, hâlen iç savaşın sürdüğü Trablus'da efsanevî denizci Turgut Reis'in kabrini ziyaret etmek de mümkün olabilirdi amma nasip değilmiş. Tabii şu Hadis-i Şerif'i de unutmuş değilim: "El hayru fî mâ vâkâ" yani olmuş olanda hayır vardır.
Velhasıl gidememekten üzgün de değilim. Neden pasaport alamadığıma gelince bu meselenin hikâyesi aslında birkaç senedir yayınlanmayı bekliyor ama belki başka bir gün...
ve Portreler Hatıralar
Yazının başında kısaca bahsi geçen Portreler Hâtıralar adlı kitâp, yazarın bazı bilim, ilim ve sanat adamları ile alâkalı hatıralarını anlatmaktadır. Bu kitap içinde gerek yazarın daha önceki kitaplarından tanıdığım ve hatta çocukluk senelerinde Üsküdar'da karşılaşmış olduğum bazı zâtlar da olmakla birlikte adlarını maalesef ilk kez duyduğum pek çok ilgi çekici insan hakkındaki yazıları şaşkınlık, mutluluk, üzüntü, sevinç, öfke, hayret, hayranlık ve ibret duygularıyla birlikte okudum.
Her ne kadar hepsi çok önemli olsa da özellikle iki kişinin; Fezâ Gürsey ve Yalçın Koç'un portreleri beni ziyâdesiyle etkiledi ki her ikisinin bugüne dek ismini bile işitmemiş olmaktan dolayı utandım. Türkiye Cumhuriyeti'nin Bilim Tarihi hakkında bilgi sahibi olmak isteyen herhangi bir kişinin bu kitabı kesinlikle okuması gereklidir. Hoş ve akıcı bir dil ile yazılmış kitap içindeki kimi ayrıntılar ise ülkemizin bugüne kadar atlattığı ve atlatamadığı bâdireleri, içinde bulunduğumuz ahvâl ve şerâiti, sebepleri ve sonuçları biraz daha iyi kavrayabilmemize yardımcı olabilir niteliktedir.
Fakat bu yazının sonraki bölümü söz konusu kitap hakındaki bir değerlendirme olmayacak tabii ama Ahmed Yüksel Özemre'nin sunduğu Potrelerden birinin içeriğinde sunulan bazı bilgiler tamamen farklı bir konuyla birlikte değerlendirilmeye çalışılacak.
ve Tarih ve Tekerrrür ve ...
Kitabın bir bölümü içinde geçen ve Türkiye'nin Nükleer Enerji meselesi ile ilgili ihâlelerden sadece biri ile alâkalı bölümü okurken herhangi bir aklı başında Türk vatandaşının etkilenmemesi mümkün değil. Fakat bu satırları okuduğum esnada gözümün önünde adeta canlanan başka bazı hikâyeler ile temel yapısı açısından böylesine tamamen farklı bir konunun şaşırtıcı bir şekilde aynı ortak paydada buluşuyor olması bu yazının da fitilini ateşledi. Bakalım okuyucu ne düşünecek...
Aşağıda kırmızı ile yazılmış bulunan bölümler, bahsi geçen Ahmed Yüksel Özemre'nin "Portreler Hatıralar" kitabının Prof.Dr. Ahmet Bayülgen başlıklı bölümünde yayınlanan yazıdan yapılan alıntılardır. 1990'ların ikinci yarısında gerçekleştirilen ve Türkiye'nin 1968'den beri süregelen Akkuyu Nükleer Santrali projesinin bilmem kaçıncı tekerrüründen ibaret olan bir ihâle ile alâkalıdır. Velhasıl yazının devamında, alıntılarda bahsi geçen devlet Kurumu NSD (Nükleer Santraller Dairesi), SSM (Savunma Sanayii Müsteşarlığı) ile ve Akkuyu Nükleer Santral ihâlesi de Yeni Tip Denizaltı Projesi (YTDP) ihâlesi ile birlikte değerlendirilecektir.
Şunu da ifade etmek gerekli ki alıntıların yapıldığı yazının tamamını okumak dehşet verici bu hususu bütünüyle kavrayabilmeniz için gereklidir ve tabii ki söz konusu yazının tamamını buraya koyamazdım, gerisi size kalmış...
O zaman başlayalım;
A. "5 Mayıs 1996'da Prof.Dr. Ahmet Bayülken ve ben zamanın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı (ETKB) Şinasi Altınel tarafından Bakanlığa "Danışman ve Nükleer Santral Projesi Koordinatörü" olarak resmen atandıktı. Prof.Dr. Nejat Aybers ise ilerlemiş yaşı dolayısıyla resmen atanamadığı için
- Bakan Şinasi Altınel'e ve daha sonraki Bakanlara:
- Hüsnü Doğan'a,
- Recai Kutan'a ve vefatından önce son olarak da
- ilk bakanlığı sırasında, Cumhur Ersümer'e özel olarak danışmanlık yapmıştır.
Aybers-Bayülken-Özemre üçlümüz bakanlığı ve bakanlığın yüksek bürokratlarını bilgilendirmede çoğu sefer özel bir komisyon gibi çalışmış ve özellikle Hüsnü Doğan ile Recai Kutan'a, her 15 günde bir, nükleer enerjinin çeşitli vecheleri ve Türkiye'nin nükleer enerjiye olan ihtiyaçları hakkında slaytlı brifingler vermiştik. Müzâkere ve fikir teatisi şeklinde geçen bu brifingler en az 2 ve en çok da 4,5 saat sürmekteydi." (sayfa 257)
B. "Bu brifinglerin sonucu olarak bu üçlüye TEAŞ'ın (Türkiye Elektrik Üretim İletim A.Ş.nin) danışmanı Güney Kore'den KAERI (Korean Atomic Energy Research Institute) firmasının hazırladığı Akkuyu Nükleer Santral projesinin İhâle Şartnâmesi taslağını Türkiye'nin reel şartlarına uydurarak güncelleştirme görevi verildi.
O andan itibaren de çilemiz başladı. Kendimizi:
- nükleer enerjinin ilminden, felsefesinden, stratejisinden hiç anlamayan ve anlamak da istemeyen,
- ömründe nükleer santral görmemiş,
- kendi vehimlerini bilimsel gerçek sayan,
- çoğunluk kararının bilimsel ve teknolojik gerçekleri değiştirebileceğine inanan ve
- bu ihalelerin kendilerini nasıl zengin edeceğinin endişesinde olan bir idâri ve siyâsi çetenin karşısında bulduk." (sayfa 257)
C. "Bu dâirenin (NSD - Nükleer Santraller Dairesi) 15 kadar elemanından oluşan ekibinde doktorasını yapmış biri hariç kimse ömründe bir nükleer santral görmüş değildi. Ekipten bir meteoroloji mühendisi de görmüş olduğu 15 günlük bir kurstan sonra kendisini nükleer santrallerin bütün ekonomik analizini yapacak kapasitede görecek kadar vehim içindeydi." (sayfa 260)
D. "Ahmet ile ilk ve kesin intibamız, NPI (Nuclear Power International) firmasının ortaklarından Siemens'in, nasıl Atucha-2 nükleer santral ihalesinde Arjantin'e ve Angra-2 nükleer santral ihalesinde de Brezilya'ya kazık atmışsa, bir başka kazığı da: "Nasıl olsa yutar, yutmasa da yuttururuz" zihniyetiyle Türkiye'ye de atmaya hazırlandığı oldu.
Normal olarak 6-7 yılda bitirilip devreye girmesi gereken bu nükleer santrallerden "Angra-2" ancak 24,5 yılda bitirilebilmiştir. "Atucha-2" ise 271 yıldan fazladır hâlâ bitirilememiştir." (sayfa 261)
E. "Fakat NPI'nin teklifinin pek çok yönden Şartnâme'ye aykırı, Türkiye'nin aleyhine, tartışılması dahi mümkün olmayan pek çok ticari tuzak içermekte olduğunu söyledikten sonra bunlara birkaç da misal verdim:
... 4. Teklif DM, FF ve ABD $ cinsindendir. Teklif Mektubu'nu ve Fiyat Formu 1.1'i 4 Eylül 1997 tarihindeki Frankfurt Borsası ABD $ çapraz kuru bazında vermiştir. (İhale Şartnamesi'ne göre 15 Ekim 1997 itibâriyle verilmesi gereken fiyata uygulanan bu kur NPI firmasına yaklaşık 80 milyon ABD$ kazandırıyor görünmektedir.) ... 13. Referans Santrali diye gösterdiği GKN-2 bir KON-VOI tipidir; oysa teklif edilen 1482 MWe'lik santral EPR tip bir tasarım yani yani bir prototiptir. ... 15. Bu tasarım tamamlanmış bir tasarım da değildir. NPI'nın Kapak Mektubu'nun 7.sayfasında yazılmış olan ... "İnşaata başlamadan önce tasarımı tamamlamak ve güncelleştirip düzeltme ve eklemeler yapmak, evrakın sağlanmasını hazırlamak, inşaat sahasını tanzim etmek ve diğer hazırlıklar için 20 aylık bir süre gereklidir" şeklinde bir cümle ile bitmektedir. Burada önemli olan süre değil, NPI'nin teklifinin tasarımının dahi henüz tamamlanmamış olduğunun firma tarafından bile açıkça ikrar edilmiş olmasıdır. ... 17. Teklif etmiş olduğu fiyat kesin fiyat değildir. NPI "Söz konusu fiyatların detayları tartışılacak" demektedir." (sayfa 267-268)
F. ABD'nde yayınlanan Dünya'nın en itibarlı nükleer havadis dergisi olan "Nucleonics Week"in 200 Ocak 2000 tarihli nüshasında: " Üst Düzey Yetkililerin Açıkladıklarına Göre Almanya Siemens'i Türkiye Projesinde Desteklemiyor" başlıklı yazıda...
Bu haberden bir müddet sonra Reuter Ajansı, Alman Şansölyesi Gerhard Schröder'in ağzından: " Alman Federal Hükûmeti'nin Türkiye'nin Akkkuyu Nükleer Santral Projesine ... hiçbir destek vermeyeceğini" açıklamıştır.
"Almanya'nın nükleer santral projesine destek vermeyeceğini açıkça beyan etmiş olması yalnızca Hermes ihracat kredisi açısından da değildir. Türkiye eğer NPI'nin teklifini kabul edecek olursa Almanya Türkiye'ye:
- nükleer santral ile ilgili hiçbir parça ya da yedek parça satmayacaktır,
- reaktörün lisanslanmasına yardımcı olmayacaktır,
- santralinin güvenliğinin ve ve güvenirliğinin sorumluluğunu yüklenmeyecektir
- Almanya üzerinden Akkuyu'ya gelecek olan aksama ambargo koyabilecektir, v.s..v.s..
Bunlar olacak iş değildir amacın Türkiye'yi oyalamak olduğu anlaşılmaktadır.
G. ...TEAŞ Yönetim Kurulu tam Bakan Cumhur Ersümer'in Çin Halk Cumhuriyeti'nde bulunduğu sırada, Akkuyu Nükleer Santrali ihâlesi sonucunu, yani ihâlenin NPI şirketi tarafından kazanılmış olduğunu, yangından mal kaçırır gibi ilân etmeğe kalkıştı...
... eğer ihâle, İhale Şartnamesi'ne yüzlerce noktada uymayan NPI'nin teklifine kazandırılacak olursa bunun Türkiye'ye 3 milyar lira yerine en azından 40 milyar liraya mâl olacağını ve 6,5 yılda hizmete girecek yerde Arjantin ve Brezilya misallerinde olduğu gibi, 25 yılda bile bitmesinin şüpheli olduğuna kanaat getirdik." (sayfa 272-273-274-276)
I. "Başbakan Bülent Ecevit 25 Temmuz 2000 tarihli Bakanlar Kurulu'ndan hemen sonra ancak avâmı uyutabilecek bahaneler ileri sürerek, Bakanlar Kurulu'nun Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi'ni iptâl etmiş olduğunu açıkladı." (sayfa 287)
Sadece bu kadarını okuyunca bile burada yazılanlar içinden "nükleer enerji" kelimelerini mesela "gemi mühendisliği" ile değiştirerek özellikle [B] bölümünde adeta SSM'nin bir değerlendirmesini okuyormuş izlenimine kapılabilmek mümkün olabilir.
Ve "nükleer santral" ifadelerini de "denizaltı" ile değiştirdiğinizde adeta 1970'lerde başlayan ve hâlen devam etmekte olan denizaltı tedârik faaliyetlerinin anlatıldığı izlenimine kapılmak da rahatlıkla mümkün olabilir. Güncel oyuncular ve bazı isimler değişmiş olmakla birlikte tezgâhın temeli şaşırtıcı bir şekilde olduğu gibi aynı ve başroldeki ülke de aynıdır: Almanya
Tabii aynı olmayan çok can alıcı bir nokta var; nükleer santral ihâlesinde en azından o günün bürokrasi-siyaset-medya üçgeninde kurulmuş durumdaki kumpas ve Türk Milletine atılmak istenen kazık sadece 3-4 bürokratın azmi ve çabası ve aldıkları ölüm tehditlerine rağmen yılmaması vesilesiyle çok zor bir şekilde de olsa önlenebilmiş iken, geçmiş ve hatta gelecek denizaltı ihâlelerinde gözlenen durum, ortalıkta başkaca böyle bir bürokrat mevcut olmadığından olsa gerek, acı bir şekilde kırk senedir devam edegelmektedir.
YDTP projesinin gidişatındaki bazı önemli noktaları kısaca hatırlatmak gerekirse:
- Projenin şartnamesinin hazırlanması, ihaleye çıkılması süreci ve sonuçlanması, özellikle söz konusu denizaltıların ve alt sistemlerinin karmaşıklığı ile orantılı olarak düşünüldüğünde adeta şimşek hızında gerçekleştirilmişti. Mesela bu projeye nispetle çok daha basit olmasına rağmen ATAK gibi ihâle çalışmalarının ne kadar uzun senelerde tamamlanabildiğini bir düşünün. Hatta Milli Piyade Tüfeği işi bile YTDP kadar hızlı halledilemedi!
- Bu sürâtin bir sebebi vardı çünkü o günlerde TKMS (Thyssen Krupp Marine Systems) batmak üzereydi ve acilen Türk Milleti tarafından kurtarılması (!) gerekiyordu (tıpkı bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca yapılageldiği gibi!) ve zaten sonucu baştan belli olan göstermelik ihâle yangından mal kaçırır gibi hızla sonuçlandırılıp apar topar sözleşme imzalandı; 2009.
- Almanlar sözleşmeyi imzalayıp parayı garantileyince biraz rahatladılar. Bu durumun kendilerine yeteri kadar zaman kazandıracağını da düşünüyorlardı ama dünya genelinde işler onların açısından beklendiği gibi de gitmiyordu.
- Sözleşme imzalandı ve ne oldu? Türkiye tarafı hemen ihaleyi kazanan denizaltıdaki zaten aşikâr hale gelmiş durumda olan tasarım hatalarının (!) giderilmesini istedi. Bu hatalar Yunanistan'a satılan ilk Tip 214 ile ortaya çıkmıştı. Yunanlılar bu konuda fazla zart zurt etmeye başlayınca da bedelini ağır ödediler ve Almanya tamamen kontrolü altında olan Yunan medyasını ve ekonomisini kullanarak ülkede kolayca bir nevi hafif iç savaş çıkarttı, tâ ki Yunan devleti tükürdüğünü yalayana ve denizaltıları olduğu gibi kabûl ettiğini resmen ilân edene kadar. Sonraki iki Tip214 müşterisi olan Güney Kore ve Portekiz'de ise siyasilere ve bürokratlara dağıtılan büyük rüşvetlerle ki günümüze kadar bir miktârı açıkça ortaya çıkmıştır, durum kolayca ve sessizce(!) idâre edilebilmişti. Gerçi Yunanistan'da da denizaltı ihâlesi için büyük rüşvetler dağıtılmıştı ama belki de fırsattan istifade daha fazlasını kopartmak istemişlerdi.
- Sözleşmenin imzalanmasının hemen akabinde denizaltının boyunun uzatılması dahil bazı ciddi tasarım değişikliklerine ihtiyaç gösteren bir çalışma süreci başladı. Ama devlet içinden bir tek Allah'ın kulu çıkıp da ne oluyo ulan, madem denizaltının sorunlu olduğunu biliyordunuz o zaman bu herifler ihâleyi nasıl kazandı ve hangi akla hizmet hemen sözleşmeyi imzalayıp parayı bastınız, bu nasıl iş, demedi veya diyemedi.
- Zaten demesi de beklenmiyordu, Alman Derin Devleri ile Türk(!) Bürokrasisi ve Siyaseti arasındaki bu danışıklı dövüş kimsenin umurunda bile olmadı. Mesela aynı ilişkinin Goeben ve Breslau gemilerinin Çanakale Boğazı'ndan içeri alınması ile başlayan ve milleti mahvedip devleti de yıkan asırlık köklerinin günümüzde artık ilkokul talebeleri tarafından dahi biliniyor olmasın rağmen.
- Bu süreçte ülkedeki medya da Almanya'ya hizmette kusur etmedi doğrusu. Herhalde bir sene kadar önceydi, ilk olarak bir Alman gazetesinde küçük bir haber yayınlattırıldı; sözüm ona YTDP'nde yaşanan gecikmelerden dolayı Türkiye TKMS'ye bir iki milyon avro ceza kesmişti. Bu yayın kaynak gösterilerek de haber Türkiye'deki medya tarafından adeta büyük bir zafer edasıyla pazarlandı, heeyt Almanya'ya işte böyle gününü göstermiş topuna dünya'yı dar etmiştik.
- Ama acaba kazın ayağı gerçekten öyle miydi?
- Tabii ki değildi.
a. Almanya dünya genelinde beklediği denizaltı ihalelerini alamadıkça hiç olmazsa temel mühendis altyapısını olabildiği kadar koruyabilmek için öncelikle elindeki nadide işlerden biri olan yeni Türk denizaltılarının teslim sürelerini olabildiği kadar ertelemek istiyordu ve projenin gecikmesi tamamen Alman çıkarlarına göre şekillendirilmiş bir uyarlamaydı. Sözleşmesinin imzalanması ile inşanın başlaması arasında altı(!) sene geçmesiyle Almanlar ilk hedeflerine başarıyla ulaştılar. b. Ve Almanya bu altı denizaltı için ihale bedelinin üstüne olabildiği kadar fazla fiyat ilâve ederek kazancını zirveye taşımak niyetindeydi. Şimdi denizaltılar üzerindeki talep edilen değişiklikler konusunda proje üzerine büyük bir ek maliyet geleceği aşikârdır. İspanyanın devam etmekte olan sorunlu S80 projesindeki açıklanan uzatma maliyetleri dikkâte alındığında YTDP'nin ilâve mühendislik, malzeme ve inşa kalemleriyle birlikte altı denizaltı için Almanyanın sözleşme bedelinin üstüne kabaca bir milyar avro daha kazanacağı tahmin edilebilir. Gazetelerde iddia edilen gecikme tazminatı bedelinin gerçek olduğunu varsaysak bile (ki doğruluğu şüphelidir) Almanlar verdiklerinin 500 ilâ 1.000 katını geri almayı zaten şimdiden garantilemiş durumdalar ve üstelik bu proje daha çok su kaldırır gibi görünüyor. Ve medya Almanya'ya verdiği bu kayıtsız şartsız desteği halen devam ettirmektedir; mesela bir arama motoruna "milli denizaltı" yazın ve karşınıza çıkanları bir inceleyin, burada konu olan Yeni Tip Denizaltı Projesi hakkında yazılan milli(!) hikâyelere sağduyu ile bir bakın...
- Üstelik Türkiye önce ihâle şartnamesine göre teklif edilmiş durumdaki bir malı kabul edip sözleşmeyi imzaladıktan hemen sonra malı bu şekilde kabul etmeyeceğini ifade ederek hukuki olarak haksız duruma da düşmüştür.
- Başlangıçta 2020'de tamamlanması beklenen projenin yeni tamamlanma tarihi şimdiden 2025'e ulaşmış durumda. Fakat son bir sene içinde mesele çok daha karmaşık bir hâl almaya başladı. Almanlar önce Pakistan ve Tayland ihalelerini sonra da tarihlerinde görebilecekleri en büyük denizaltı işi olan Avustralya ihalesini ve üstelik hepsini birden alacaklarını ummakta iken kaybediverince işin rengi iyice değişti. Geriye kalan son dört umutları olan Hollanda, Polonya, Norveç ve Hindistan için de durumları parlak değil. Hollanda kesin olarak ellerinden gitti, Polonya gitmek üzere gibi görünüyor, Hindistan'da işleri zor bir tek Norveç kaldı
ama o da henüz kesin değil.
- Bu sebeple Almanların çantada keklik olarak gördükleri Milden işi eğer bir mucize(!) olur da bütün dünya tarafından beklendiği gibi kendilerine peşkeş çekilmezse YTDP projesinin iyice sorunlu hâle gelmesi ve 2030'lara sarktırılması kimseyi şaşırtmamalıdır.
- Ve üstelik bütün bunların sonunda elde edilecek ilk Reis sınıf denizaltı bir prototip olacak! Yukarıdaki 12 maddenin tamamına ait eşdeğer izleri yukarıda sıralanan nükleer santral ihâlesi maddelerinde aynen bulabileceğiniz gibi bu 13.maddenin tıpkısını da yani teklif edilen nükleer santralin de aslında denenmemiş bir prototip olduğunu da şaşkınlıkla görebilirsiniz. İlk Reis sınıfının bir prototip olması endişe vermiyor mu? Şöyle düşünün bu denizaltının tasarımını yapanlar yeteri kadar başarılı olsalardı zaten temel 214 tasarımının mükemmel olması gerekmez miydi?
- Ve nihayet bu prototip vasıta ile dünyanın en pahalı denizaltısına sahip olma ayrıcalığı (!) ile tarihe geçmek için tek rakibimiz Hindistan.
- Daha çok şey yazılabilirdi ama onları çıkartmayı tercih ettim.
Nihâyet bitti!
|