Yarı ölü durumdayken, henüz zamanı hissedemezken, bir kuvvet sırtımdan bastırarak yukarı doğru savurduğunda kulaklarımın algıladığı kısa ama güçlü bir patlama sesiyle birlikte benim için zaman tekrar başladı. Ayaklarımı yere basmaya çalışırken etraftaki sessizliği bozmaya devam eden kuvvetli zangırdamalar hafifçe zayıflayarak da olsa devam ediyordu.
Neredeyim? Bir rüyanın içinde mi? Yaklaşık olarak birinci saniyede az önce üzerinde uyumakta olduğum, vasattaki kamaranın sancak tarafındaki koltuğun üzerine oturdum, içerisi karanlık, ikinci saniye gibi ayağa kalkıp sol tarafımdaki açık kaportaya yöneldim. Gökyüzü siyah.
Basamaklara geldiğimde kıç üstüne baktım, yukarılardan gelen titreşimlerin gürültüsü artık iyice zayıflamıştı. Denge merkezimin beynime yolladığı bilgiye göre üzerinde bastığım farşlar yer düzlemine paralel, havuzun altındaki dizelin sesi rahatça duyuluyor, sancak tarafta bir gaz kolu var ve ileri yolda; motorla yol alan bir kayığın içinde olmalıyım. Evet yol alıyor gibiyiz ama izlemekte olduğum kıçüstünde kayığın yürümesinden kaynaklanan hava akışının sebep olacağı en ufak bir hareket belirtisi mevcut değil, en küçük bir kıpırtı bile yok! Kıç ıstralya üzerindeki Türk bayrağı sadece yerçekiminin etkisinin altında.
Bu hâl gerçeküstü bir manzara izlenimini iyice güçlendiriyor. Muhtemelen rüyanın içinde rüya görüyorum ve ilk rüyadan uyandıktan sonra ikincisinin içinde gezinmeye devam ediyorum.
Yaklaşık üçüncü saniye; havuzluğun ızgarası üzerinde devrilmiş bir boş rakı şişesi, ağzı teknenin başını işaret ederek, hareketsiz duruyor. Biraz daha geride, Serdümen, sağ eli yekenin üzerinde olmak kaydıyla iskele tarafta kıpırdamadan oturuyor ve teknenin ilerlediği yöne sabit gözlerle bakıyor fakat yüzünde öyle garip bir ifade var ki...
Böyle efsunlamış gibi neye baktığını görebilmek için hemen birkaç basamak çıkarak kaportadan yükselip ben de baş tarafa doğru bakmaktan kendimi alamıyorum.
Yaklaşık olarak dördüncü saniye başlamış olmalı; evet Serdümen haklıymış, manzara çok etkileyici ama şaşırtıcı ve tam rüyalara lâyık. Sabit armanın; yani direğin, ıstralyaların ve çarmık tellerinin titreşimleri tamamen durdu. Artık dizelin vızıltısı ve dışarı püsküren soğutma suyunun asabi homurtusu dışında şimdi ortamda hiçbir duyulabilir ses yok; ne rüzgâr, ne deniz, ne kuş ne de insan...
Durumu daha yakından görebilmek için başüstüne yöneldim. Güvertede oluşan ayak seslerim ister istemez bu şahane dinginliği bozuyor ve gittiğim yönden tekrar bana doğru yankılanıyor.
Güvertenin en uç noktasına ulaştım ve üzerine yelken sarılı yumuşak baş ıstralyaya yaslandım, artık karşımdaki kaya duvarı dokunabileceğim kadar yakın. Yukarı doğru baktım, yatay düzlemde biraz girintili çıkıntılı olsa da denize tamamen dik olarak yükselmeye devam ediyor belki onbeş metre belki de daha fazla, kestirmek zor. Çok etkileyici olduğunu itiraf etmeliyim. Daha da yukarıda, ilginç ama tam olarak benimle aynı dikey eksende kırmızı bir çakar var, bir deniz feneri!
Manzaranın garip güzelliğinin tadını çıkartırken kıçaltında uyumakta olan Doktor da çoktan güverteye çıkmış. Aramızda geçen ve şimdi hatırlamadığım bazı konuşmalar bunun bir rüya olmadığı şüphesini uyandırıyor. Eğer bu rüya değilse kayık su almaya başlamış ve batıyoruz demektir :)
Bu durumda mecburen güverteye uzanıp baş bodoslamaya doğru eğilerek çarpma bölgesini incelemeye çalışıyorum. Gece olmasına rağmen yeterli ışık mevcut gibi hissediyorum, belki de o zamanlar çokça yediğimiz kalamarlar sebebiyle artık gece görüş yeteneği kazanmışım ya da ay oldukça büyük bir evresinde... İlginç ama görünen ciddi bir hasar mevcut değil, sadece baş bodoslamanın suhattı ile birleştiği bölgede vukuatın büyüklüğüne oranla çok sınırlı bir hasar göze çarpıyor. Fakat suyun altında durum nasıl? Ama kaya duvarının yapısı düşünülürse denizin altına doğru aynı şekilde devam etme ihtimali yüksek olmalı.
Durumu anlayana kadar tekneyi kaza anında olduğu gibi ileri yolda tutmaya devam etmiştik. Hasarın, en azıdan görebildiğimiz kadarıyla, ciddi olmayabileceğini anlayınca Serdümene başüstünden seslendim: Geriye ver! Böylece henüz kavuştuğumuz bu güzel küçük "Ada" ile yavaşça ayrılmaya başladık.
Biraz uzaklaştıktan sonra Serdümen fener ile suya girdi ve karinayı gözden geçirdi; ilginç ama başka hiçbir görünür hasar yoktu.
Tabii kayık su alıyordu ama baş edilemeyecek miktarda değildi. Tekne eski nesil seri üretim türündendi ve baş kamaranın iç kaplaması da CTP'den tek parça olarak imâl edilip güverte bağlanmadan önce gövdeye yapıştırılmıştı. Bu durumda baş bodoslamadaki delikten giren su bu bölgedeki iç ve dış cidarlar arasına hızla dolmasına rağmen sintineye olması gereken hızda akamıyor ancak yapışmamış bölgelerden geçebiliyordu. Böylece el ile çalışan sintine tulumbalarıyla durumu uzun süre idare edebilmemiz de mümkün olabildi.
Resim.1) Vukuat bölgesini gösterir, Pirî Resi'e ait deniz haritası; Adalardenizi'nin doğusu. Bahsi geçen ada bunlardan biri ;) [1]
Aslında böyle bir kazayı bu kadar hafifçe atlatmak bir mucizeydi, Allah'ın bir lütfu.
- Teknenin baş bodoslaması tam yol kaya duvarına çarptı buna rağmen salmaya hiçbir şey temas etmedi yani kazanın olduğu yer gayet derindi. Eğer salma daha önce çarpsa sonuç farklı olabilirdi.
- Etrafta su seviyesi civarında hiçbir kaya da mevcut değildi.
- Kaza bölgesinde biraz bile rüzgâr, akıntı veya dalga olsa her şey değişebilirdi ama hiçbiri yoktu!
- Çarpma açımız kaya duvarı ile tam olarak doksan dereceydi eğer bu açı sadece 10-15derece farklı olsaydı karina yırtılabilirdi.
- Sadece teknenin en sağlam noktası olan baş bodoslama kaya ile temas etti ve hasar görse de çarpmanın şiddetine dayandı çünkü bu bölge yaklaşık 10cm kalınlığında CTP'den1 oluşuyordu. Yine de altımızdaki yeni nesil benzer bir seri üretim teknesi olsa hasar daha büyük olurdu.
- Bu tür kazalarda genellikle motor takozları hasar görür fakat bizim kayığın motoru sadece 2 silindirli küçük ve hafif bir dizel olduğu için kulaklar dayanabildi. Böylece pervane mili ve dişli kutusu da kurtuldu. Mesela çarpmanın etkisiyle harita masasının oturağının altındaki iki akü ki uyurken kafama yaklaşık 60cm mesafedeydi bulunduğu bölgeyi tamamen dağıtmıştı. Eğer motor takozları hasar görseydi sıfır rüzgârlı havada, gövde su alırken tamamen hareketsiz kalırdık ve aküler tükendikten sonra da cereyansız...
Daha bunlar gibi pek çok husus dile getirilebilir ama herhalde yeterlidir. Bu yazıyı yazarken vukuatın üzerinden onbeş seneden daha fazla zaman geçmiş olmasına rağmen bazı çok ince ayrıntıları dün olmuş gibi hatırlıyor olabilmeme şaşırdım. Belki de vukuatın garip güzelliği hafızaya daha iyi yerleşmesini sağlamıştır.
Evet bu bir rüya değil, ilginç bir kazaydı! Deniz kazalarının büyük çoğunluğunda olduğu gibi bu kazayı meydana getiren de mürettebat hatasıydı. Mürettebatın hatasına sebep olan etken ise çoğunlukla olduğu gibiydi: Alkol!
Nihayetinde güneşin doğmasına bir iki saat kala Serdümen, Doktor ve ben asıl rotamızdan ayrılıp kös kös kayığı karaya çekebilecek en yakın limana doğru yollandık...
|