14 Temmuz 1942, Türk denizciliği açısından önemli bir tarihi ifade etmektedir ki aynı gün içinde Donanmanın yeni denizaltılarından Atılay, Çanakkale Boğazında gerçekleştirilen bir çalışma esnasında kaybolmuş ve daha sonra battığı anlaşılmıştı. Bu olay sonucunda gemide bulunan 38 mürettebatın tamamı hayatını kaybetti.
Diğer taraftan denizaltının tam olarak nasıl battığı konusu hâlâ çözülebilmiş değildir ki ateş nasıl olsa ancak düştüğü yeri yakar temelindeki bu vurdumduymazlık da pek şaşırtıcı sayılmaz.
Aslında mayın harbi konusuna da bağlanacak bâzı denizaltı temelli HAD1 hesaplamalarının saatler süren çözümlerinin tamamlanmasını beklerken, zaman kazanmak için bir yandan da bu hususla ilgili yazının lâkırdılarını hazırlamaya başlayınca, henüz giriş safhasında konu bir şekilde Atılay'a kadar gidiverdi ve bu durumda da ayrı bir başlık ile ana konudan şimdilik sapmak gerekli oldu. Zaten asıl içerik için ihtiyaç duyulan sonuçlar bilgisayar tarafından henüz beyan edilebilmiş de değil, işlemci hâlâ debelenmeyi ve elektrik ziyan etmeyi sürdürüyor...
Bu Düğümü Kim Çözerdi
Onüç sene kadar önce, hollandalı görünümlü paravan alman işletmesi inkavos2 üzerinden başlayan etkileşimin devamında, 1936 itibarı ile iki ülke arasında imzalanan anlaşmaya göre Türkiye Cumhuriyeti Almanya'dan dört adet denizaltı daha satın aldı.
Daha sonra Ay Sınıfı olarak adlandırılacak, biri mayın döşeme amaçlı dört denizaltının ikisi Almanya'da Krupp tersanelerinde, ikisi ise İstanbul'da inşa edilecekti. 1970'lerden başlayarak bugüne gelene kadar, şimdilerde Gölcük'te inşa edilmekte olan son altısı dâhil pek çok denizaltıyı da aynı yapıya ait şirketten3 satın almıştık.
Resim.1) 900tonluk Atılay için İstanbul'da gerçekleştirilen kızağa konma töreni haberi. Cumhuriyet gazetesi, 15 Ağustos 1937.[2] Atılay, 19 Mayıs 1939'da denize indirilmiştir. Taşkızak'ta inşa edilecek ikinci denizaltı olan Yıldıray ise 28 Ağustos 1939'da deniz indirilmişti. Fakat İkinci Dünya Savaşı sebebiyle gerek inşa faaliyetlerinde çalışan alman mühendislerin geri dönmeleri gerekse eksik kalan donanımların tedarik edilmesinde yaşanan güçlükler sebebiyle inşası yarım kalmıştır. Daha sonra Gölcük Tersanesine nakledilen aracın inşası ve seyir tecrübeleri 1944'de, ilk kez hiçbir yabancı uzman kullanılmadan, tamamen Türk işçi, mühendis ve mürettebat tarafından başarıyla tamamlanabilmiştir ki bu açıdan Yıldıray önemli bir nirengi noktasıdır. Almanya'da inşa edilenlerden Saldıray, 5 Haziran 1939'da İstanbul'da gerçekleştirilen tören ile Donanmaya katıldı. 1.000tonluk dördüncü denizaltı, mayın dökücü Batıray'a ise almanlar el koydu ve Türkiye'ye teslim edilmedi!..
14 Ağustos 1937 Cumartesi günü, daha sonra Atılay olacak ilk denizaltının omurgası Haliç'de [Resim.1] gerçekleştirilen bir törenle birlikte kızağa kondu. İnşa faaliyeti, Almanya'dan gönderilen malzemelerin burada birleştirilmesiyle gerçekleştirildi. Şu işe bakın ki seksen sene sonra bugün bile, burada tam olarak aynı yaklaşımla denizaltı inşa etmeye devam ediyoruz.
Dolayısı ile bütün bu uzun zaman zarfında bir arpa boyu kadar yol alamadığımız ortadayken, içine sokulduğumuz bu asırlık alman kafesini artık bir kanarya gibi benimsemiş olmalıyız ki mevcut durumdan memnun dahi olabiliyoruz.
Fakat ikinci bir ayrıntı olarak şunu da ifâde etmek gerekir ki 1930'ların sonlarında İstanbul'da inşa edilen Atılay aynı dönem içinde Almanyanın kendisi için inşa ettiği araçlarla hemen hemen eşdeğer teknolojiye sahip iken, bugün inşa etmekte olduğumuz 214'ler ise benzer maliyete rağmen Alman/İtalyan 212'lerinin çok daha gerisinde denizaltılardı.
Koyun Kurt İle Gezerdi
Fakat Atılay hadisesinden alınabilecek ibretler bu kadar ile sınırlı değil. Daha başka açılardan da konu değerlendirilebilir. Birkaçından kısaca bahsetmek gerekirse:
Çeşitli kaynaklara göre, denizaltının o günkü görevi Çanakkale Boğazının güney ağzında Seddülbahir civarında deniz tabanına döşenen İngiliz yapımı bir manyetik algılama sisteminin işleyip işlemediğini denemekten ibaretti. Bu algılama donanımının temel amacı, sualtı seyri ile gizlice Boğazı geçmeye çalışacak yabancı denizaltıların tespit edilebilmesini sağlamaktı.
Atılay bu maksatla 14:30'da dalışa geçti ve bir daha çıkmadı. Önceden tanımlanmış bu kısa süreli dalış görevinde birkaç saat denizaltıdan haber alınamayınca, çalışmaya suüstünden eşlik eden araçlar durumdan şüphelendiler ve bölgeyi taramaya başladılar. Kısa süre sonra da denizaltının bıraktığı battı şamandırasını bulunca, vaziyetin çok ciddi olduğunu anladılar. [Resim.2]
Eğer daha sonra zaman içinde açıklanan bilgi kırıntıları dikkate alınırsa, buradan sonrasının gerçekten garipliklerle dolu yönlere sahip olduğu fark edilebilir.
Örneğin, bir sorun olduğu anlaşıldıktan sonra taranan bölgede, denizaltının battığında yerinin tespit edilebilmesini sağlayacak olan bir ucu güverteye bağlı şamandıra, bölgedeki suüstü unsurları tarafından kısa sürede bulundu. Bu işaret ile denizaltının battığı kesin olarak anlaşılınca da hızla bir sualtı kurtarma çalışması için harekete geçildiği söylendi. Denizaltı yaklaşık 75m derinde yatmaktaydı. Fakat bir süre sonra, bölgedeki kuvvetli akıntının etkisiyle olsa gerek şamandıra koptu ve bu sebeple de denizaltının yerinin kaybedilmesi sebebiyle de kurtarma çalışmalarından vazgeçildiği söylendi.
Resim.2) Atılay denizaltısının batış haberi. Akşam gazetesi, 19 Temmuz 1942.[2]
İlk gariplik tam olarak bu noktada kendini göstermektedir. Olayın geçekleştiği yer açık deniz değil, kıyılara yakın bir bölgedir ve kolayca alınacak çoklu kerteriz noktalarıyla da şamandıra bölgesi harita üzerinde sabitlenebilirdi. İlave olarak kurtarmaya gelen gemiler bölgeyi kendi yöntemleriyle de işaretleyebilirlerdi vesaire...
Fakat bunlar yapılmadığı (veya belki de yapılıp göz ardı edildiği) gibi sadece birkaç milkare büyüklüğündeki olay mahalli Deniz Kuvvetleri tarafından temelli olarak terk edildi o kadar ki aslında yeri kabaca belli olmasına rağmen Atılay uzun yıllar boyunca bir daha hiç kimsenin umurunda bile olmadı.
Nihayet 1992'de bağımsız sualtı araştırmacıları Atılay'ın yerini kendi imkânları ile buldular. Fakat bu süreç sonunda bu kez denizaltının 1.Dünya Savaşı'ndan kalma bir mayına çarparak battığı yönünde kısa ve hızlı(!) bir açıklama ile konu tekrar kapatıldı. Doğal olarak bu varsayımda da ciddi bâzı şüpheler mevcuttur.
Eğer Atılay bir mayına çarptıysa, harekât bölgesi de çok kısıtlı bir alan olduğuna göre bölgedeki suüstü unsurları, kendilerine en fazla birkaç mil mesafede gerçekleşmiş olacak böyle bir sualtı patlamasının etkilerini nasıl fark edemedi? Yoksa etmiş miydi?
1915 civarında döşendiği söylenen bir demirli mayının; akıntı, kekamoz, tuz, sıcaklık, oksijen, malzeme gibi değişkenlere bağlı olarak, Çanakkalenin deniz şartlarında 1942'ye kadar sağlam ve yüzer halde kalabilmesi ihtimâli son derece düşüktür. Bu durumda gerçekten bir mayın teması söz konusu ise bu mayının çok daha yakın dönemde döşenmiş olması beklenebilir. Ve eğer böyle ise kim tarafından?
Olay esnasında sürmekte olan İkinci Dünya Savaşının etkileri göz önüne alındığında böyle bir mayını Boğazın ağzına döşemesi muhtemel ülkeler ihtimâllerin yükseğinden alçağına doğru; İngiltere, İtalya ve Almanya olarak sıralanabilir. Şunu tekrar hatırlamak gerekir ki burada ingilizler tarafından sağlanan bir donanım denenmekteydi ve buna bağlı olarak seyir tecrübesinin nerede, ne zaman ve nasıl yapılacağı çok büyük bir ihtimâlle ingilizler tarafından zaten biliniyordu. İlave olarak yakın geçmiş sebebiyle zamanın Türk denizaltı filosu büyük bir alman etkisi altındaydı ve böyle bir istihbarata almanların ve dolayısı ile muhtemelen italyanların da sahip olduğu tahmin edilebilir.
Her ne kadar bu konuyla ilgili daha farklı şeyler de söyleyebilmek mümkün olsa da daha fazla uzatmaya pek gerek yok. Fakat kaza veya saldırı olsun Atılay hadisesinde Donanmanın kendi silah arkadaşlarına karşı çok uzun zamandır sergilemiş olduğu tavır, sebebi ne olursa olsun bir vefâsızlık olarak görülebilir.
Fakat bu olay aynı zamanda geleceğin de bir tür habercisi gibi değil midir? Ne yazık ki sadece onbir sene sonra 4 Nisan 1953'de, yine Çanakkale'de, yine bir denizaltımız battı. Ve kazadan sonra 78 mürettebat içinden hayatta kalabilmeyi başaran 22'si, görece daha iyi imkân ve şartlara rağmen kurtarılamadı.
Evet, olmuşa ve ölmüşe çâre yoktur elbet ama bütün bu olaylardan almamız gereken ibretleri almayıp, çıkartmamız gereken dersleri çıkartmazsak en azından daha iyisini yapabilmeye gayret göstermezsek üzerimize düşeni yapmış olur muyuz?
İstanbul ve Çanakkale Boğazları, bugün de savaş zamanı dışında denizaltı kazası yaşanması ihtimâlinin en yüksek olduğu Türk sularıdır. Fakat biz yukarıdaki her iki hâdiseye rağmen kendimizi en alt eğitim yönergelerinden en üst seviye kurtarma araçlarına kadar, kendi özel ihtiyaç ve çıkarlarımızı da görmezden gelerek Nato denen yapıya teslim etmekten vazgeçmiyoruz, aslında bu da bir başka babafingo/gerdek çelişkisi olarak karşımızda durmaktadır.
Fikir Başka Başk' Olmasa
|