Savunma sanayiinin mevcut durumunu değerlendirirken yapılan en dikkât çekici hatanın; ince ayrıntılarına kadar ayrı ayrı ve titizlikle değerlendirilmesi ve tartışılması gereken pek çok hususun tamamının tek bir kutuya konup, toptan şöyledir veya böyledir diyerek işin içinden çıkmak eğilimi olduğu söylenebilir ki bu sebeple bütün izler birbirine karışmakta ve doğru istikâmet de anlaşılamamaktadır. Acaba dünya üzerinde kavramların böylesine birbirine karıştırıldığı ikinci bir memleket daha var mıdır?
Bilhassa ülkedeki medya adı verilen karanlık mekanizmanın şu veya bu tarafına değil mutlak olarak tamamına, düzen kurulduğu günden beri, hâkim durumda olan Batının bu doğrultuda ustaca gerçekleştiregeldiği toplum mühendisliği çalışmaları ile kamuoyunda böyle bir eğilim yerleşmiş olması ve çoğunluğun, itidâl üzere olmak gerekirken dâima kutuplarda dolanmayı tercih etmesi de bu etken sebebiyle maalesef şaşırtıcı değildir.
Doğrusu bütün bu dümen, biraz sağduyu ve daha geniş bir bakış açısı ile olayları önyargısız bir şekilde değerlendirmeye niyetlenen herkes tarafından kolayca fark edilebilecek kadar da aşikârdır.
Gözler önündeki birincil ve tâbiri câiz ise medyatik askerî projelerin gerisindeki derin alanlarda, dikkâtlice gözlerden uzak tutulan hassas noktalarda dönen dolaplar, bütün yapıyı kökünden zehirleyebilmekte ve hedeflenen noktaya ulaşılmasını kolayca önleyebilmektedir.
En azından birbuçuk asırdır büyük bir istikrarla işleyen bu mekanizmaya, sadece yaşadığımız son on-onbeş sene içinden veya hatta geçtiğimiz birkaç ay içinden bile birbirini kopyası gibi çok sayıda bâriz örnek kolayca gösterilebilir.
Sıradan ve güncel sayılabilecek küçük bir örnek olarak, bâzı arkadaşların da sorduğu, mesela medya tarafından hepimize büyük bir zafer olarak sunulan Pakistan'a yapılan Milgem satışını [1] kısaca ele alalım. Tam bu noktada gerçek kazanan acaba kimdir? Türkiye mi? Pakistan mı? İkisi de değil ama maalesef yine Almanya. Nasıl mı?
Başlangıç ve gerçekleşme açısından değerlendirildiğinde, Milgem projesi gâyet başarılı oldu ve önemli bir basamağı güzelce çıktık. Fakat daha sonra çıkmaya devam etmemiz gerekirken orada durduk.
İlk gemide ulaşılan yerli katkı seviyesinin artırılmasına yönelik ilave bir gelişme sağlanamadığı gibi geri gidiş dahi başladı ve örneğin ilk gemide yerli-yabancı ortaklığı ile sağlanan bâzı hassas bileşenlerin ikinci gemiden itibaren söz konusu ortaklığın %100 yabancı kökenli hâle dönüşüvermesiyle, Heybeliada ve İstanbul sınıfı gemilerin siber-güvenliği konusunda çok ciddi zaafiyetlerin oluşma ihtimâli de son derece yükseldi!
İlk gemiden sonraki inşa faaliyetlerinde ortaya konan anlaşılmaz derecede aşırı uzun süreler ve inşa sayılarının devamlı olarak azaltılması, başlangıçta projeye gerçek anlamda yerli katkı sağlayabilmek için özveriyle çalışan ve ellerinden gelenin en iyisini kâr gözetmeden yapan gerçek milli işletmelerin harcadıkları emeklerin karşılığını alamamalarıyla sonuçlandığı gibi zorlukla kazanılmış bu milli yeteneklerin solmasına hatta bâzı noktalarda yok olmasına sebep olan bir mâhiyete de büründü.
Daha en başında, elimizdeki âhı gitmiş vâhı kalmış Bozcaada Sınıfı korvetlerin tamamının Milli Gemiler ile değiştirilmesi hedeflenmişken ne olduysa konunun bu boyutu ortadan kalkıverdi ve bu sebeple bakım-tutumu bile başa bela olan söz konusu dandik gemilerden kurtulamayınca, edilen (ve görünen o ki daha uzun seneler edilecek olan) dolaylı zararlar da cabası oldu. Tabii bir de konunun askeri yetenek zaafiyetine sebep olan daha da önemli bir boyutu var ama oraya hiç girmeyelim.
Kıyakçılığın Sonu Ayakçılıktır!
Kâğıt üzerinde Almanya tabii ki Pakistan'a kendi gemilerini satmak isterdi ama çok daha büyük ve değerli bir pazar olarak gördüğü Hindistan'ı bozmamak ve devam etmekte olan P-75I başta olmak üzere muhtelif Hint projelerinde devre dışı kalmamak için zaten bunu yapmak istemiyordu. Diğer taraftan Çin gemi ve denizaltıları ile doğrudan bir rekabete girmek kârını da düşürecekti.
Bu durumda Türkiyenin Pakistan üzerindeki etkisini kullanarak Milgem satmasından daha güzel ne olabilirdi! Sonuç olarak Milgem pek çok önemli donanımı itibarı ile zaten alman malı bir gemi olduğundan [Resim.3] ve söz konusu donanımlar da yedek parça ihtiyacı üzerinden Pakistan'ı almanyanın elinde uzun vâdeli oyuncak hâline getireceğinden, daha ne olsundu.
Dikkât edilirse Türkiyenin yeni kurulan Azerbaycan donanmasına cıvata dahi satmamasını başarıyla sağlayan Almanya, Pakistan konusunda bu kez tam tersi şekilde hareket edebilmekte ve daima kazanmakta, Türkiye daima kaybetmektedir.
Resim.1) Heybeliada (Milgem 1) ve İstanbul (Milgem 2) Sınıfı gemiler üzerinde kullanılan ve tamamı Almanya'dan tedârik edilen Tahrik ve Sevk sistemi bileşenlerini gösteren bir çizim. Bütün donanım sağda görülen LM2500 gaz türbini ile başlayıp sola doğru dişli kutusu (Renk-Almanya) ve dizeller (MTU-Almanya) ile devam ederek pervane milleri, salmastralar, mil yatakları ve pervanelerin ucuna kadar alman ürünleri ile devam ediyor. Toplam sistem içindeki pervane mili yatakları gibi bazı bileşenler tıpkı gaz türbini gibi aslen ABD kaynaklı olsa da biz bunları da Almanya üzerinden alıyoruz. Doğrusu Milgemler üzerindeki alman kökenli bileşenler sadece bunlarla sınırlı da değil; aktif yalpa söndürücülerden, radar perdelerine kadar daha saymakla bitmeyen donanım da Almanya kaynaklı. Bu konunun ayrıntıları için buraya tıklanabilir. Eğer Pakistan'a satılan Milgem'ler üzerinde mesela Ukrayna Gaz Türbinleri ve dişli kutuları, Finlandiya Dizelleri ve Japon Pervaneleri ve Milleri vs. olsaydı hem Türkiye hem de Pakistanın bu projeden kazançlı çıkması söz konusu olabilirdi ama böylesi asla gerçekleşemeyecek bir durum öyle değil mi?
Tabii mesele sadece Milgem'den ibaret de değil. Örneğin Pakistanın elindeki Agosta Sınıfı Fransız denizaltılarının yenilenmesi çalışmasında da gerçek kazanan ne Pakistan, ne de Türkiye'dir, asıl kazananı artık tahmin edebilirsiniz.
Ama belki bugün için en kötüsü; sürmekte olan Endonezyanın HBT'li denizaltı ihalesinde Türkiye Cumhuriyeti kurumlarının ve memurlarının, iki ülke halkları arasındaki yakınlığı kullanarak Endonezya'ya Alman denizaltılarının(!) satılması için bastırmasıdır ki birden fazla açıdan Türk milleti adına başlı başına utanç verici bir durumdur.
Üstelik sadece bu sene içinde mesela alman keşif Tornadolarının Ürdün'den kalkarak1, Suriye'deki terör örgütlerine Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine gerçek zamanlı istihbarat sağladığı, bu örgütlere verdikleri gelişmiş silahlarla pek çok askerimizin şehit edilmesine ve sayısız Suriyeli çoluk çocuğun katledilmesine alenen katkı sağladığı, alman devleti tarafından kendi topraklarının Türkiye aleyhine faaliyet gösteren bütün tehdiş örgütlerinin güvenli merkez üssü olmasının sağlandığı vs... gerçeklerine rağmen.
Tabii ki bu düzen dün kurulmadı; 1910'larda da ülkeyi toptan almanların ellerine teslim eden zamanın iktidarının gözlerinin içine baka baka, Erzurumda görevli alman elçisi, Batum'dan İzmit'e kadar uzanan geniş bir coğrafyada, belli bir nihâi hedef doğrultusunda Türk halkı üzerine açıkça soykırım uygulayan mâlum örgütü alenen sevk ve idâre etmekte ve Osmanlı Devletini yönetmekte olanlar da uzunca bir süre boyunca bütün olanları görmezden(!) gelmekteyken Türk köylerinde yaşayan bütün insanlar topyekûn katledilmekte idi. Bu konunun ayrıntıları henüz yayınlanmamış Türk Denizaltıcılığının 1936-1943 arasındaki üçüncü bölümünde ele alınacağı için şimdilik atlanacak...
Bu dar kapsam bağlamında bile adeta sayısız denebilecek kadar çok altbaşlık ele alınabilir. Biz yine de denizlerden fazla uzaklaşmayalım. 21.Yüzyıl başladığında da asırlık düzen beklendiği üzere işlemeye devam etti. Buna açık ve üzücü bir örnek olarak Alanya Sınıfı mayın avlama gemileri de gösterilebilir.
Her biri için 120milyon avro gibi çok büyük bir bedel ödenerek toplam altı adet alınan söz konusu gemiler Alman Frankhental Sınıfı [Resim.2] gemilerin hafifçe değiştirilmiş bir türevidir. Almanya'da inşa edilen ilk gemi 2005'te donanmaya teslim edilmiş diğerleri İstanbul Tersanesi'nde Almanya'dan gönderilen malzemelerin birleştirilmesiyle inşa edilmiştir.
Resim.2) Frankenthal Sınıfı alman mayın avlama gemisi FGS Gromitz. Bu gemi bâzı küçük değişiklikler dışında Türk Deniz Kuvvetlerinin Almanya'dan aldığı Alanya Sınıfı gemilerin eşdeğeridir. Gemilerin arada sırada karaya çıkmaya teşebbüs etmesi sıklıkla karşılaşılan olağan bir durumdur. Ama bizim asıl meselemiz zihniyetin kara oturmasıdır. Böyle durumlarda gemiler kurtarılır ama milletler batar...
Ne yazıktır ki Alanya Sınıfı gemilerin tedârik hikâyesi de sadece alman gemi inşa sanayinin çıkarlarını korumak için özel olarak şekillendirilmiş ve icra edilmiş bir Türk Deniz Kuvvetleri projesi olmaktan ibarettir. İlerleyen bölümde bu hususa tekrar döneceğiz...
Velhâsıl mevcut durumu gâyet iyi tanımlayan ve alt başlığı meydan getiren ibretlik ve isâbetli atasözünün bahsettiği kıyakçılık ve ayakçılık mesleklerinin ne olduğunu bana burada yazdırmayın, bilmeyenler bilenlerden öğrensin ve milletçe hâlimizi ve bu kafayla gidersek nereye varacağımız bir kere daha düşünsün...
İnsan Kuş Değil de Şeytan Misâli
Sadece aylar önce, hayatının en verimli bölümünü savunma sanayine yönelik ürünleri de içine alacak şekilde milli üretim alanında hainlerle cebelleşerek tüketmiş olan çok yakın bir arkadaşım, bir SSM görevlisinden peş peşe aldığı iki epostayı gösterdi.
Bunlardan ilki siz ne ayaksınız, hadi lütfedip de sizinle bir görüşelim bakalım tarzında kısa bir elektronik mektuptu. Birkaç gün sonra gelen ikincisi ise daha da ilginçti zîrâ adam sen kim oluyorsun da bana cevap yazmıyorsun seni çizdim, bundan böyle SSM'nin yanına bile yaklaşamazsın havasında bir nevi posta koyarak, hakâret kıvamında yazılmış birkaç cümleden ibâretti.
İkisini birden ard arda okuduktan sonra gülerek dedim ki bu lâvuk %90 Ankara'daki mâlûm muhip/misyoner üniversitesinden mezun olmuş ondan sonra da kamuya ait askeri teknoloji işletmelerinden ya şunda veya bunda hemen işe alınmış ve nihayetinde de SSM'ye yerleştirilmiştir...
Adını ara motoruna yazdık, ilk sayfada hemen seceresi ortaya döküleverdi ve yukarıdaki öngörünün %100 oranında(!) doğru olduğu bir dakika içinde ortaya çıktı. Gâliba Oktay Sinanoğlu'nun (Allah rahmet eylesin!) anlattığı gibi bunlarla muhatap ola ola biz de ciğer doktoru olmak yolunda ilerliyoruz.
Hainlik sıvılaşıp damarlarda dolaşmaya başladığında, bu türlerin yapabilecekleri hayal gücünüzün ötesinde boyutlara sahip hâle gelmektedir. Velhâsıl burada bahsi geçen numune kişinin de niyeti zâten başından belliydi. SSM gibi, belli başlı bütün istihbarat örgütlerinin üzerinde hâkimiyet tesis etmeye çalıştığı hassas kurumlarda, sadece kurumun başındaki bir veya iki kişiyi değiştirmek suretiyle başarıya ulaşmanın mümkün olamayacağını anlayabilmek için bu kısa örnek yeterli olsa gerek.
Resim.3) SSM'nin hazırladığı bir belgeden Deniz Araçları Sektörü Stratejisi gibi havalı bir başlığa sahip bölüm.[2] Mesele şu ki burada yazılanlar açıkça gerçek dışı!
O zaman [Resim.3] üzerinde gösterilen ibretlik SSM belgesini [2] temel alarak biraz daha devam edelim. Bu belgeyi hazırlayan kişi(ler) ya ne dediğini bilmiyordur ya da durum daha beterdir.
Diğer mevzuları atlayalım da yazı çok uzamasın ama kompozit malzeme ve boya maddelerine kısaca değinelim. İş hayatım süresince, kaderin tecellisi neticesinde iki gerçekten milli kimya işletmesinin kurucu sahipleri ile tanışma fırsatım oldu ki her ikisi de gerçek vatanseverliğin ne olduğunun canlı numuneleriydi çünkü vatanseverlik sadece icraatla ortaya konabilir, boş lâflarla değil.
Her ikisi de kimya mühendisi olan bu kişilerin 1973 ve 1983 tarihlerinde kurdukları söz konusu işletmelerin adlarını buraya yazmak isterdim ama yazının netâmeli genel içeriği sebebiyle durduk yerde benim yüzümden başları ağrımasın diye adlarını belirtmekten vazgeçtim.
SSM 2009'da [Resim.3] yurt dışından tedarik edilmekte olan kompozit malzemelerin ve karina boyalarının yurt içinden tedarik edilmesini hedefliyormuş. Yok artık!
Bahsi geçen iki işletme daha SSM kurulmadan önce zaten bu mamûlleri üstelik devlet desteği falan almadan ve milli ar-ge ile üretmekteydi. Örneğin biz de her iki işletmenin gayet üstün nitelikli ürünlerini deniz araçlarında onlarca sene kullandık. Ama bürokrasi onları da diğer sahalardaki pek çokları gibi görmek dahi istemiyordu, aksi taktirde Ankara'yı mesken tutmuş Batılı kompozit üreticilerinin mümessilleri kime mâl satacaktı?
Yukarıda gösterilen belgenin hazırlanmasından önceki dönemde SSM tarafından yürütülen bâzı deniz projelerinde kullanılan kompozit ürünlerinin ısrarla İngiltere ve ABD'den tedarik edilmesini, mükemmel ar-ge imkânlarına ve ihtiyaca en uygun özel maksatlı her türlü kompozit malzemeyi bağımsız olarak geliştirme imkânına sahip bu gerçek milli üreticilerin söz konusu projelerin kapısından bile sokulmadan ve sözleri bile dinlenmeden nasıl kovulduklarını, bizzat işletmelerin sahiplerinden birinden de dinlemiştim.
Tam da bu yazıya başladığım geçen Perşembe gecesinden sonraki Cuma sabahında bir meslektaş arkadaşım sürmekte olan iki milli HBT çalışmasından birinin defterinin dürüldüğünü bildirdi. Her ne kadar bu gelişme 2017 ilkbaharında yayınlanan resmî belge ile zaten kendini biraz örtülü de olsa, kesin olarak belli eden bir durum idiyse de umarım yanılırım da artık alman sömürüsüne yeter diyecek birileri ortaya çıkar diye içimde bir ümit de vardı. Gâliba o günlerden hâlâ çok uzaktayız..
Mayınları Avlamadan Evvel
Nitekim kapalı kapılar ardında, şeffaflıktan uzak bir şekilde ilerlemekte olan ve yakında inşasına başlanacağı söylenen yeni nesil mayın avlama gemilerinin akıbeti de bu vesileyle belli oluyor gibidir. Ülkenin çıkarları açısından kesinlikle kompozit malzeme ile inşa edilmesi gerekirken bu gemiler önceki Alanya sınıfında olduğu gibi yine alman östenitik çelikleri, motorları, dişli kutuları, pervaneleri vesaire ile mi inşa edilecek?
Elimizde tam anlamıyla milli kompozit imkânları mevcut olmasına rağmen %100 dışa bağımlı bir çelik kullanmak zâten önceki proje açısından da akıl alacak bir tercih değildi. Ve bugün, yeni inşa edilecek mayın avlama gemileri için nasıl bir tercih yapılacağı bir nevi turnosol kağıdı gibi ortada bir milli savunma sanayii kavramının gerçekten mevcut olup olmadığını tek başına gösterebilecek olması açısından da önemlidir.
Resim.4) Yenilikçi bir İsveç çözümü olan SAM3 insansız mayın tarama aracı patlama denemesinde. Kaynak: SAAB [3]
Kaldı ki Donanmanın elindeki mevcut mayın avlama filosunun yeterli büyüklükte ve yetenekte olduğu, yeni nesil araçlar için acele edilmemesi gerekeceği de rahatlıkla öne sürülebilir.
Dolayısıyla bu sahada acil bir ihtiyacın söz konusu olmadığı varsayılırsa, çok pahalı yeni mayın avlama gemilerine erken yatırım yapmaktansa mayınlara karşı yenilikçi insansız teknolojilere odaklanılması ile çok daha düşük maliyetle, çok daha kısa sürede mevcut açıkları daha iyi kapatabilecek yeni ve özgün teknolojilerin yurt içinde bağımsız olarak geliştirilmesinin de önü açılabilirdi ama...
[Resim.4] üzerinde görülen ve İsveç tarafından özgün olarak geliştirilen bu yeni nesil insansız suüstü aracı da geleceğin mayın savaşı teknolojisi açısından böyle bir önemli dönüm noktasıdır.
Her şey niyetle başlar öyle değil mi? O zaman bilmediğiniz birşey söyleyeyim, bu aracın en önemli bileşenlerinden bâzıları 10 sene kadar önce Türkiye'deki %100 milli bir işletme tarafından üretilmişti.
Adamlar İsveç'ten kalkıp gelerek buradaki uzman üreticiyi bulabiliyor ve imalât yaptırabiliyorlar ama Ankara'dan bakınca aynı işletme nedense(!) tamamen görünmez hâle geliveriyor.
|