Her ne kadar bu genelağ sitesinin faaliyetini, başlangıcından 21 sene sonra, Aralık 2018 itibarı ile sonlandırmayı uzun zamandır düşünüyor olsam da bugün itibarı ile çeşitli hazırlık seviyelerinde bulunan, bazıları netâmeli içerikleri sebebiyle belki on senedir bekleyen ama nihayetinde tamamlanarak yayınlanması hedeflenen sıradaki kabaca 100 kadar konuyu kalan zaman zarfında hazırlayabilmek artık imkânsız gibi görünüyor.
Bu sebeple olabildiğince fazla yeni içeriği yayınlayabilmek için sırasını bekleyen mevzular arasından, belki çok fazla çalışma gerektirdiği için veya tembellikten olsa gerek bir türlü bitirilemeyenlerden ziyâde daha kolay tamamlanabilecekleri tercih etmek kısmî bir çâre olabilir gibi göründüğünden, sıra biraz da beklenmedik bir şekilde bu yazıya gelmiş oldu.
Yerkürenin üzerimize uyguladığı sabit kuvvete sebep olan ivmeyi algılayabilmemiz için mesela elimizdeki çay bardağını düşürmek gibi bir eylemin meydana gelmesi gerekebilir yalnız bardak boş ise pek sorun değilse de doluysa biraz dikkâtli olmak lâzım!
Aslında dünya üzerindeki konuma göre küçük de olsa bir miktar farklılık gösterse de genel olarak "g" (ama bu gringo ağzını bırakın; cii değil, ge!) ile ifade edilen ~9,81m/sn2 olarak kabûl edilen yerçekimi ivmesinden daha farklı büyüklükteki ivmeleri de hayatımız boyunca sürekli olarak tecrübe edebilmekteyiz mesela bir arabanın, geminin, uçağın veya asansörün içindeyken...
Mühendisliğin temel kavramlarından olan ivme ile ilgili olarak lise fiziğine giriş mahiyetinde bilgilerden burada bahsedilecek değil ama konuya bir şekilde başlayabilmek de gerekiyordu. Alanımız deniz olduğuna göre buradan ilerlemek mantıklı olmaz mıydı?
Sadece gemi mühendisliğini kapsayan dar bir açıdan düşünüldüğünde bile ivmenin çok önemli bir kavram olduğuna şüphe yoktur. Bir gemi içinde yol alan insanların üzerine; üç eksen ve altı serbest derecesinde kuvvetler etki eder ve tabii ki bu kuvvetleri ivmeler meydana getirir.
Sıfır şiddetindeki bir denizde sadece ileri hareket söz konusu iken, oluşan etki tek eksen ve tek serbestlik derecesine kadar indirgenebilir ama gerçek hayatta durum daima bundan daha farklıdır. Örneğin gemi yelkenle sevk ediliyorsa durum biraz karmaşıklaşmaya başlar ve dalgalar oluşmaya başlayıp deniz durumu gemi üzerinde diğer eksenlerdeki hareketleri de tetiklediğinde karmaşıklık iyice artar.
Bu hareketlerin insanlar üzerindeki en temel etkisi mâlûm olduğu üzere deniztutmasıdır. Uygun şartlarda diğer ortamlarda da meydana gelebildiği için hareket hastalığı olarak da adlandırılan deniztutması, fizyolojik yapı ile de alâkalıdır yani etkiler insandan insana farklılık gösterir. Başka bir ifadeyle insanların deniztutmasına olan direnci kişiden kişiye değişen, doğuştan gelen bir niteliktir ve daha da ilginci insan bünyesinin bu tepkiye karşı kalıcı bir uyum sağlayamamasıdır.
Resim.1) François Auguste Biard'a ait "Bir İngiliz Korvetinde Deniztutması" adlı eser, 1857.
Yine de bünye (belki de beyin demek daha doğru olur) uzun süren bir seyir esnasında çoğu zaman şartlara uyum sağlayarak belli bir süre sonunda genellikle deniztutmasına dayanıklı hâle gelir fakat bu uyum kalıcı değildir ve karada geçirilecek birkaç günden sonra vücut kazanılan uyumu tekrar kaybeder. Bu sebeple tarihteki pek çok büyük denizci deniztutmasından devamlı olarak muzdarip olmuştur.
İyi de deniztutmasına sebep olan nedir? Burada konunun ivme olmasından anlaşılabileceği üzere sorunun cevabı kısaca ivme'dir. Ama hangi ivme diye sorulursa bunun cevabı ise muhtemel altı serbestlik derecesindeki bileşenlerden sadece biri olan dikey doğrusal ivme olarak ifade edilebilir fakat aynı zamanda bu hareketin frekansının da durum üzerinde büyük bir etkisi mevcuttur.
İvmenin özellikle dikey doğrusal bileşeni şartlar sertleştikçe deniztutmasında çok daha kötü etkilere sebep olmaya başlar. Mesela yüksek sürâtli küçük teknelerle dalgalar arasında ilerlemek mürettebat ve yolcular üzerinde dayanılmaz kuvvetler oluşmasına sebep olabilir. Böyle seyirlerde kolayca oluşan ve kısa sürelerle (milisaniyeler mertebesinde) etki eden ve kolayca 10g'nin üstüne çıkabilen ivmeler bir anda insanların kemiklerinin kırılmasına, eklemlerinin kalıcı bir şekilde ağır hasarlar görmesine sebep olabilmektedir.
Sualtı Patlaması
Gemi hareketlerinden kaynaklanan ivmelerin diğer bazı bileşenlerinin de öncelikli olarak dikkâte alınmasını gerektiren başka durumlar da söz konusu edilebilir. Bunlar arasında en önemli ikisi yalpa ve hatve eksenlerinde dönme hareketlerinden kaynaklanan açısal ivme bileşenleridir. Bilhassa gemilerin baş bölgelerinde ve direk tepelerinde bulunan yapıların ve donanımların yerleşimlerinin ve tasarımlarının uygun olarak yapılabilmesi için saniyeler mertebesinde 10g'nin üzerine çıkabilecek büyüklüklere ulaşabilen söz konusu açısal ivme bileşenlerini doğru bir şekilde değerlendirebilmek gerekir.
Resim.2) Türk Deniz Kuvvetleri tarafından icra edilen Beyaz Fırtına 2016 tatbikatı esnasında DM2A4 türü bir torpil kullanılarak batırılan hizmet dışına çıkartılmış Tepe Sınıfı (eski Knox Sınıfı) geminin sualtı patlamasına gösterdiği tepki. Tepedeki 784kg'lık SPS-40 radar anteni patlamaya doğrudan temas etmese de üzerinde oluşan yüksek ivmeden kaynaklanan kuvvetlerden pek hoşnut olmadığından kopup gitmeyi tercih etmiş... [1]
Denizlerde yukarıdakilerden çok daha yüksek ivmelerle karşılaşılabilecek başka durumlar da mevcuttur. Şimdilik bunlardan sadece birinden bahsedilecektir: Sualtı Patlaması. Bir mayın veya torpil harp başlığının sualtında patlaması sonucu ortaya çıkan fizikî etkileşim denizdeki cisimler üzerinde çok büyük tahrip edici etkiler meydana getirebilir.
Burada mevzu sadece ivme olduğu için sualtı patlamasının oluşumu ve gelişimi ile alâkalı konulara değinilmeyecektir fakat şimdilik atlanan bu hususun ayrıntıları ile ilgili çeşitli mevzular yazının başında bahsi geçen "gelecekte yayınlanması muhtemel" içerikler arasında olduğundan önümüzdeki dönemde ele alınmaları da beklenebilir.
SuAltı PAtlaması (SaPa) çok kısa bir süre içinde gerçekleşen bir enerji dönüşümü olarak tanımlanabilir. Böyle bir patlama yakınındaki cisimler mesela bir gemi üzerinde ani ve doğrusal olmayan bir şekilde yüksek şekil değiştirmelere ve ağır hasarlara sebep olabilir [Resim.2]. Bu sebeple SaPa-Yapı etkileşimi üzerinde, denizciliğe önem veren ülkelerde (tabii Türkiye'de değil!) kapsamlı araştırma faaliyetleri çok uzun zamandır yürütülmektedir. Hemen aşağıdaki [Resim.3] üzerinde böyle bir patlama sonrasında yapının tepkisini ölçmek için gerçekleştirilmiş bir deney çalışmasına ait ivme verilerine bir fikir verebilmesi açısından göz atılabilir.
Resim.3) Bir sualtı patlaması deneyinde elde edilen ve yapı üzerinde ölçülen bazı ivme değerlerini gösteren grafik. Yeşil çizgi süzülmemiş ham veridir. [2]
Daha yukarıdaki [Resim.2]'de Türk Deniz Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen bir torpil atış tatbikatına ait bir dizi görüntü ile SaPa-Gemi etkileşiminin ne denli tahripkâr olduğu kolayca anlaşılabilir.
Mevcut hiçbir konvansiyonel füze böylesine bir etkiye sebep olmazdı. Tabii ki bu tür gerçek mühimmat kullanılarak yapılan tatbikatlar Donanmanın eğitim seviyesi, caydırıcılığı vesaire için son derece önemlidir, meselenin bu tarafına söyleyecek birşey yok ama başka bir açıdan belki ilâve edilebilecek bazı fikirler de söz konusu olabilir, şöyle ki:
Bu tür tatbikatlar yüksek maliyeti sebebiyle nâdiren gerçekleştirilmektedir. Kullanılan DM2A4 torpili, hurdaya ayrılmış da olsa geminin hurda değeri, geminin denemeye hazırlanması, atış bölgesine nakli, sahanın güvenliğinin sağlanması gibi temel hususlar göz önüne alındığında [Resim.2]'deki atışın maliyetinin 10-15milyon TL civarında olduğu tahmin edilebilir.
Türk Mühendisliğinin Sonu ve İTÜ'nün Ölümü
Fakat batırılan bu hedef gemi için biraz daha ilâve masraf yapılsa ve gemi üzerindeki uygun bölgelere yeterli sayıda gerilme, ivme ve sıcaklık ölçerler yerleştirilip bu verilerin gerçek zamanlı olarak kaydedilmesine ve iletilmesine yönelik bir kayıt altyapısı kurulmuş olsaydı, gemi mühendisliği açısından paha biçilmez değerde önemli veriler elde edilebilirdi ki bu veriler sayesinde hem gelecekte hayatta kalma ihtimâli daha yüksek gemi yapılarının tasarlanması hem de meseleye tersten yaklaşılarak örneğin Akya için daha etkili bir harp başlığı geliştirebilmesi yolunda büyük mesafe kat edilmesi gibi ancak uzun vadede sonuç verecek ama gerçek gelişmeler söz konusu olabilirdi.
Diğer taraftan bu senaryonun gerçekleştirilebilmesi için Deniz Kuvvetleri ile İstanbul Teknik Üniversitesinin birlikte ve uyumlu bir şekilde çalışabilmesi gibi gerçekleştirilebilmesi pek de mümkün görünmeyen bir işbirliğinin hayata geçirilebilmesi gerekirdi.
"Mümkün görünmeyen" ifadesine biraz açıklık getirmeye çalışılabilir ama sadece biraz... Öncelikle İTÜ1 ve DHO2 17763 senesinde kurulan Mühendishane-i Bahr-i Hûmayûn'un zaman içinde yolları ayrılmış iki koludur yani kökleri birdir. Buna rağmen ilerleyen zamanla birlikte aradaki bağlantı giderek zayıflamış, Türkiye Nato'ya girdikten sonra ise tamamen kopmuş, daha doğrusu bilinçli olarak kopartılmıştır.
1990'ların ilk yarısı itibarı ile İTÜ tamamen diz çöktürülmüş, bugün itibarıyla ise teslim alınmış durumda olsa bile herşeye rağmen, devlet bürokrasinin savunma ayağına tamamen hâkim durumdaki kast sınıfını inşa eden bir anglo-amerikan muhip üniversitesi seviyesinde görülmediğinden (belki gelecekte de asla görülmeyeceğinden) ve geçmişi hazmedilemediğinden ve dahi hâlâ bir Türk üniversitesi olarak kabûl edildiğinden olsa gerektir ki bütün meselenin özü budur.
Fakat artık İTÜ düştü ve mutlak bir manda üniversitesine dönüşmesinin tamamlanması sadece zaman meselesinden ibâret, üstelik bütün masrafları da Türk milletine ödetilmek suretiyle...
Gazete okumadığım ve haber vesaire izlemediğim için kısmen de olsa biraz rahat bulabilmeme rağmen bir arkadaş birbuçuk sene kadar önce beni kahretmek için olsa gerek ;) bir haberi gönderdiğinde içindekileri okumak durumunda kaldım. O zamandan beri bu konu hakkında ne diyeceğimi tam olarak bilemez durumdaydım taa ki tamamen başka bir amaçla başlanan bir makalenin içeriği bu noktaya gelene kadar.
Ve şimdi konu döndü dolaştı, kürkçü dükkânı misâli nasıl olduysa oraya bağlanıverdi. Oysa bu yazının temel içeriği kesinlikle "kainatın hayal gücümüzün ötesindeki muhteşemliği ve evrenin deniz fenerleri" hakkında olacaktı fakat yazıya giriş yapmaya çalışırken mevzu görüldüğü gibi çok acayip alanlara kaydı ve hiç de hesaplı olmayan bu gidişât sebebiyle yazı o kadar uzadı ki asıl konuyu ancak ikinci bölüme atmak zorunda kaldım, umarım ki bu son derece uzun ve hedefinden sapmış giriş bölümününden sonra onu da yakında tamamlayabilirim.
Resim.4) ABD donanması tarafından genellikle her yeni gemi sınıfı için icra edilen gerçek şartlardaki bir Gemi-Sualtı Patlaması doğrulama deneyi - Foto: Michael Bevan. [3]
Bir Türk 75 Amerikalı Eder!
Aslında tam olarak 75,55 ama ben bunu tevâzu(!) gösterip aşağı yuvarladım, yoksa kaideyi uygulasam 76 demem gerekirdi. Evet aşağıda ispatlanacağı üzere ben bir geri zekâlıyım, doğrudur amma yine de böyle bir veriyi mesnetsiz olarak sallayacak kadar da değil. Velhasıl söz konusu veriyi doğrudan Deniz Kuvvetleri cenahından gelen resmî bir beyanattan aldım, inanmayan ve bölme yapmasını bilen herhangi biri [4]'e bakıp sağlamasını yapabilir.
Tam da bu yaklaşım sebebiyle, aslında yukarıda ifade edilen "batırılan gemi üzerinde ölçüm yapmanın gerekliliği" gibi gereksiz fikirlerin neden uygulanmadığını veya uygulanmayacağını da anlayabilmiş oluyoruz, çünkü ihtiyaç yok!
Düşünün bu gringolar o kadar geri zekâlı ki mesela hasbelkader bir gemi tasarlayıp inşa etmeyi becerdiklerinde bu gemiye bir de gerçek şartlarda SaPa Doğrulama Deneyi [Resim.4] falan uygulayıp durumdan emin olmak zorunda kalıyorlar. Misâl sadece DDG-51 sınıfı için bugüne kadar 70milyon dolar parayı sadece bu amaç için SaPA deneylerine harcamışlar. Neyse ki bizde böyle gereksiz masraflara ihtiyaç bırakmayacak seviyede bir bilimsel ve teknolojik altyapı mevcut!
Doğrusu ne kadar salak olduklarının ilk işaretini başka bir vesileyle tam üç sene önce misalleriyle verdiydik, adamlar taş kafa tabiatında olduklarından mıdır nedir, 75 senedir yüzlerce (belki binlerce) mühendis ve bilim adamı ile uğraşıp üstüne milyarlarca dolar harcayıp bizim burada bir iki kişi ve iki üç bilgisayar kullanarak sadece bir kaç senede elde ettiğimiz neticeyi elde edebilmekten acizler. Aslında sadece hidroakustik konusunda ne kadar debelendiklerine bakarsak doğrusu yukarıdaki 1/75 oranının gerçekçi olmadığını belki de 1/500 hatta 1/1.000 gibi bir değere şimdiden ulaşılmış olduğunu söylesek yanılmış olur muyuz? Ama hemen rahatlamamak lâzım, "bir Türk dünya'ya bedeldir" noktasına ulaşabilmek yolunda 1/7e09 hedefine henüz biraz(!) uzaktayız gibi.
Resim.5) Amerikalı saftiriklerin beyhûde hidroakustik çalışmalarından bir görüntü [5]. Oysa bütün ihtiyaçları sadece iki Türk ve iki masaüstü bilgisayar idi.
Tabii geri zekâlı olduğumdan, bir de madalyonun arkasına bakıvermek ve iki ters soru sormak da bu acîz akla gelmiyor değil:
- Eğer bu amerikanyalılar bize nispetle böylesine başarısız ve zavallı durumda iseler nasıl oluyor da onlar yedi denize hakim durumdayken, bugün Karadeniz'de bile açıkça hak iddia ederken biz kıyı kıyı limanlar arasında dolaşmaktan öteye geçemiyoruz ve bize karşı ne yaparlarsa yapsınlar onların dümensuyundan asla çıkamıyoruz?
- Ve bu adamlar neden gerçeği göremeyip her sene yüzlerde subaylarını DHO'ya göndermek için bize yalvarmıyorlar da tam tersi istikamette bizim subaylar 1960'lardan beri devamlı olarak NPS'ye gidiyorlar, bu çapsızlardan ne öğrenebilecekler ki acaba?
İlk sorunun cevabı belli; ben ve benim gibi aşağılarda olanlar ancak bir amerikalı, rus, hintli, ugandalı veya patagonyalı bir mühendis kadar mühendis olabilir biz sadece sıradan bir insanoğluyuz, ne eksik ne fazla, yukarıda beyan edilenler gibi insanüstü(!) bir tarafımız da haliyle mevcut değil.
Ama bizim gibi böylesine çapsız ve aşağılık bir kitle ile de eh bu gemi ancak böyle yürüyebiliyor demek ki. Gerçi daha bir sene önce 15-16 Temmuz gecesi bu işe bir son verip memleketi bizden temizlemek için harekete geçtilerse de o gece boyunca ancak 250 kadarımızı ortadan kaldırabildiler, bakalım bir daha ki sefere ne yapacaklar?
Velhasıl suç bizim, unutmayın biz bu kurulu kastın en dibindeyiz yani tam olarak Parya ki lâyık olduğumuz muameleden de daha önce bahsedilmiş idi. Nihayetinde hepimiz ektiğimizi biçiyor ve müstâhakımızı buluyoruz, ne eksik, ne fazla.
Bu sebeple yukarıda yazılanların bir şikayet unsuru taşıyabileceğini kesinlikle düşünmeyin çünkü ortada bir şikayet yok. Hikâye etmek de şikayettir denilebilir tabii fakat buradaki hikâye asla şahsi bir mesele değil, tamamen ve sadece koca bir milletin tarih sahnesinden topyekûn silinmesi çalışmasıyla ilgili. Çoğu insan tam anlamıyla farkında olmasa da 16 Temmuz sabahı Anadolu ikinci Endülüs olmaktan (şimdilik) kurtuldu ama bu kafayla ne zamana kadar? Rantsal Dönüşüm ile kamaşmış gözler görmese de emin olun ki daha derin darbe ilerlemeye devam ediyor...
Ve ikinci sorunun cevabı ise daha da karmaşık;
Kanayan Bir Yara: NPS
Çeyrek asır kadar önce emekli bir amiral tarafından yazılmış bir kitabı okuyana kadar bu NPS mevzusunu hiç bilmiyordum. Bahsi geçen tuğla kalınlığında ama tamamen boş kitap içinden aklımda kalan tek ayrıntı, adamın gençliğinde gönderildiği NPS ile alâkalı yazdıklarından birkaç satırdı ve kitap inceden Türk milletini aşağılayan bir dile sahipti.
Bu NPS neyin nesi diyenler için ifade etmek gerekir ki ABD donanmasına ait bir eğitim kurumu olan bu yapının tanımı Donanma Yüksek-lisans Mektebi (Naval Post-graduate School) şeklindedir. Bu mektebin iki temel görevinden bahsedilebilir; tabii öncelikle ABD donanmasının subaylarından bazılarına mühendislik yüksek lisans eğitimi vermektir fakat bu eğitim sıradandır ve ABD donanmasının gerçek teknolojik ilerlemesinin itici gücü üniversiteler ve sivil mühendis ve bilimadamlarıdır.
NPS'nin bizi de yakından ilgilendiren ikinci görevi ise bilhassa üçüncü dünya ülkelerinin (buraya sadece Türkiye adam göndermiyor... -Resim.6) donanmalarına ait subayların devşirilmesi ve gelenler içinden uygun görülenlerinin(!) yükseltilmesi ve böylece söz konusu ülkelerin donanmaları üzerinde olabildiği kadar hakimiyet sağlanmasının amaçlanmasıdır, ne yani siz bu adamların kara gözünüze hayran iyilikseverler olduklarından dolayı mı eğitim vermek için kendilerini paraladıklarını düşünüyordunuz?
Peki kıstasları nedir? Bu bölümün ilk paragrafında bahsedilmemiş miydi? Nihayetinde bizim parya olarak en altta tescillendiğimiz kast yapılanmasının üçüncü seviyesini oluşturan kişilerin yetiştirilmesi hususunda NPS çok hassas düğüm noktalarından biridir. Ama şunu da unutmayın, kast sistemi beş katmanlıdır, bir de daha üsttekiler var!
Resim.6) Bir örnek olması açısından; 2012 senesi için ABD donanmasının gözetiminde, NPS'de eğitim gören yabancı öğrencilerin dağılımı.[6] Çizelgede 49 ülkeden toplam 250 öğrenci mevcut ve toplamın yaklaşık dörtte birine tekâbül eden 58(!) tanesi Türk Deniz Kuvvetlerinden. Küçük düşürücü olmasının yanında, ülkenin geleceği açısından açıkça dehşet verici. 15 Temmuz'a giden yolda, zamanında görmezden gelinen pek çok açık işaretten biri.[Güncelleme: 23 Aralık 2017]
Günümüzde söz konusu kurumda eğitim gören subayların (gerek Türkiye'den gerekse başka ülkelerden olsun) hazırladıkları yüksek-lisans çalışmalarına internet üzerinde kolayca ulaşılabilmektedir. Bu durum bize bazı açılardan daha doğru değerlendirmeler yapabilme imkânı da sağlayabilir. Bu bağlamda sadece teknik açıdan bir değerlendirme yapılmaya çalışılırsa;
- Zamana bağlı olarak çalışmaların niteliklerinde ciddi bir düşüş gözlemlenmektedir. Sadece Türkiye kökenli öğrenciler açısından incelendiğinde, örneğin 20-25 sene öncesinin çalışmaları ile geçtiğimiz 5-10 senenin çalışmaları arasında çok ciddi bir seviye farkı mevcuttur.
- Eski dönemlerde genel olarak teknik anlamda çok daha nitelikli çalışmalar söz konusu iken yakın dönemde artık böyle bir seviye neredeyse hiç mevcut değildir hatta adeta lise seviyesinde hazırlanmış kopyala-yapıştır tarzı yüksek-lisan(!) çalışmaları patlamış görünmektedir. Merak edenler bulur ve inceler, burada isim verilecek değil, derdimiz de kişiler değil...
- Diğer taraftan her dönem boyunca Türk milletini aşağılayan, en bozuk şarkiyatçı bakış açılarını olduğu gibi alıp kullanmaktan çekinmeyen bir miktâr çalışma da istikrarlı bir şekilde daima mevcut görünmektedir.
- Teknik anlamda en iyi olarak değerlendirilebilecek çalışmaların seviyesi dahi Türk üniversitelerinde ulaşılabilecek düzeyin üzerinde değildir. Bu durumda aynı çalışmaların burada değil de ısrarla orada yaptırılmasının anlamı nedir?
Aslında bu konu göründüğünden çok daha vahim olduğu için sayfalar dolusu yazılabilir ama yazı artık çok fazla uzadı bir noktada kesmek gerekli, bu eziyet bitsin artık! Fakat son bir soru eksik kaldı:
NPS4 Pensilvanya'ya kaç kilometre?
>> İkinci Bölüm: İvme - Hayal Gücünün Çok Ötesi
|