Tarih bugünü doğru olarak anlayabilmemize yardımcı olabilecek verileri daima barındırmaktadır yeter ki bunlar üzerinde düşünülsün ve ibret alınabilsin. Aksi takdirde millet olarak sadece güne bakıp ah vah etmekten, sızlanıp durmaktan öteye geçebilmek de bütün bir yakın tarih boyunca kısır döngü şeklinde tecrübe edilip durduğu üzere, pek mümkün olmasa gerek.
Burada hikâye edilecek olan konu 1980'lerde gerçekleşti ve iki temel ayak üzerinden uygulandı; ticari işletmeler ve medya. Ulaşılan görünür sonuç ile vurulan örtülü asıl hedef(ler) arasındaki bağıntı ise en azından o dönem boyunca başarı ile gizlenebildi. Şimdi yaklaşık 30-35 sene sonra bu noktadaki bazı ibretlik hususlardan bahsetmek, çeşitli ülkeler ve tabii öncelikle Türkiye üzerinde benzer şekilde yürütülegelen istihbarat temelli muhtelif harekâtların işleyişleri hakkında bazı fikirler geliştirebilmek açısından gâyet önemli olarak kabûl edilebilir.
Bu olayı adeta geçen sene olmuş gibi hatırlıyor olmama rağmen üzerinden bu kadar zaman geçtiğini algılamak gâyet ilginç. Yazının içeriğini ve muhtemel gidişatını düşününce şimdiden sitedeki en uzun yazı rekoru(!) çıkabilir gibi gözüküyor, bu sebeple, ortaya çıkan dokuz alt başlığa daha hızlı ulaşabilmek maksadıyla sayfa içine ara bağlantılar vermek iyi bir fikir olabilir gibi göründü:
- Görünen Senaryo
- Pervane ve Mühendislik
- İyi de Olay Neydi?
- Hidroakustik
- "Peki ama ya Fransa!" dedi Japonlar
- Tavşana Kaç, Tazıya Tut!
- Araya Türkiye'den Bir Başka Pervane Hikâyesi
- Çin ve Yüksek Teknoloji STT Makinalarının Geleceği...
- Cin ve Adam
Ve yazı tamamlandığında beklendiği üzere çok uzun bir makâle ortaya çıkmış olsa da bu defa içeriği birkaç farklı sayfaya bölme fikri uygun gözükmedi çünkü bütün alt başlıklar aslında birbirleriyle doğrudan ilişkiliydi hepsini bir seferde okumak konunun daha iyi kavranmasına yardımcı olabilirdi.
Yazının tamamını okumaya tahammül edebilecek pek fazla okuyucu çıkacağını tahmin etmesem de içeriğin sadece çok az sayıda kişiye hitâb ettiği gerçeği göz önüne alındığında böyle olmasında bir sakınca da yok.
Görünen Senaryo
Bu konuyu mevcut açık verilerle ilerlemeye uygun şekilde ele alırsak, bir casusluk hikâyesi ile başlamak makûl olur; John Anthony Walker isimli bir kişinin SSCB için casusluk yaptığı ve ABD'ye ait bazı çok gizli bilgileri KGB'ye1 vermekte olduğu 1985 senesinde yakalanınca anlaşılmış oldu. ABD donanmasında subay olan Walker, KL-47 gibi şifreleme cihazlarının anahtarlarını 1967'den itibaren düzenli olarak para karşılığında satmaya başlamıştı.
Söylenenlere göre işte bu imkân sayesinde deşifre edilerek öğrenilen bilgiler vasıtasıyla Ruslar ülkelerinin savunmasının bel kemiğini oluşturan nükleer denizaltılarının amerikalılar tarafından devamlı ve adeta kesintisiz bir şekilde ve neredeyse bütün seyir süresince, akustik olarak izlenebildiğini öğrenmişti.
Resim.1) John A. Walker meşhur casus kamerası Minox ile iş üstünde. Tabii bu fotoğrafın yakalandıktan sonra gerçekleştirilen bir tatbikata ait olduğunu söylemeye gerek yok... Sol eliyle masaya sabitlediği zincire dikkât; odak mesafesini hızlı ve doğru bir şekilde ayarlayabilmek ve makinayı daha sabit tutabilmeye yardımcı olmak için, malûm ışık az. [11], [12]
Yukarıda, resimde görülen Minox fotoğraf makinaları ilk kez üretildiği 1937 senesinden itibaren casusların en önemli donanımlarında biri haline geldi ve bu özelliğini yarım asır kadar sürdürdü. John Walker Minox-A ve Minox-B modellerini kullanmıştı. Minox-A kapalı durumda iken sadece 82x27x15mm ölçülerindedir.
Litvanya'da fotoğraf makinası ticareti yapmakta olan Valters Caps 1934 senesinde Tallinn şehrinde kafasındaki minyatür fotoğraf makinasının tasarım çalışmalarına başladıysa da ancak daha sonra taşındığı Riga'da tamamlayabildi ve 1936'da ilk çalışır modeli imâl etti ki bu Riga-Minox olarak adlandırılmaktadır.
Çok başarılı bir tasarıma sahip olan bu küçük makina taşıdığı mükemmel objektif sayesinde son derece yüksek çözünürlüklü belge fotoğrafları çekebildiği için adeta casusluk için biçilmiş kaftandı ve 1937'den 1939'a kadar 17.000 civarında Riga-Minox satılmıştı bile, istihbarat örgütleri en büyük müşteriydi.
Savaştan sonra 1948'den itibaren üretim Almanya'da devam etti. Savaş sonrasının ilk modeli Minox-A'dır. ABD istihbaratı 1974'e kadar, Rus istihbaratı ise 1990'ların ikinci yarısına kadar Minox'ları kullanmıştır...
Doğrusunu söylemek gerekirse Rusların kendi denizaltılarının rakiplerine göre çok daha gürültülü olduğunu ve daha kolay tâkip edilebileceklerini anlayabilmek için böyle bir istihbarata ihtiyaç duyacakları da oldukça şüphelidir çünkü hem kendi hem de düşman denizaltılarının akustik niteliklerini zaten devamlı olarak gözlemlediklerinden bilmekteydiler. Diğer taraftan kendi denizaltılarının gürültü seviyelerini azaltma konusunda teknik sıkıntılar yaşamış oldukları da ortadaydı ki bu husus yazının ilerleyen bölümlerinde temel konuyu teşkil edecektir.
Bu noktada adı belirtilmesi gereken ikinci kişi ise bir Japon idi; Kazuo Kamugai. Resmî bir görüşe göre Wako Koeki adlı ticaret işletmesinin Moskova ofisi müdürü olan Kamugai burada gerçekleştirilen bazı satışlarının kanundışı olduğunu, eğer kendine biraz arpa verilmezse öteceğini söylemiş, kimse birşey vermeyince(!) de COCOM'a2 Aralık 1985 itibarı bir mektup göndermiş ve olay ortaya çıkmıştı.
Yukarıda adı geçen kişiler merkezinde yaşanan her iki olayın da 1985 tarihli olduğuna dikkât çekmek yerinde olur. Yine de konunun kamuoyuna servis edilmesi ABD'de bir gazetede 27 Nisan 1987 tarihinde yayınlanan bir haber yoluyla oldu ve böylece harekâtın medya ayağı da başlatılmıştı. Merak edenler için mesela kaynak [1]-[7] üzerinden, o günlere ait bazı haberleri hâlen görebilmek mümkündür.
Pervane ve Mühendislik
Olaya gelmeden önce pervane mühendisliği üzerine bir iki lâf etmek uygun olabilir. Herhangi bir deniz aracını sevk etmek amacıyla kullanılan en yaygın çözüm uzun zamandan beri pervanedir. Askeri gemi tasarımları söz konusu olduğunda pervane mühendisliğinin önemi muhtelif sebeplerle daha da artar ve denizaltılar söz konusu olduğunda ise zirve yapar.
Şimdilik mevzuyu fazla dallandırıp budaklandırmadan sadede gelmeye çalışırsak zirvedeki konu olan denizaltılara yönelik pervane mühendisliği sahasında başarılı olabilmek için temel olarak dört uzmanlık alanının çalışmaya en üst seviyeden iştirâk etmesinin kaçınılmaz gerekliliği söz konusu olur:
- Nazarî mühendislik
- Tecrübî Mühendislik
- Malzeme mühendisliği
- İmalât mühendisliği
Bunlardan sadece birinin bile yetersiz kalması neticesinde üst seviye bütün pervane çalışmaların başarısızlıkla sonuçlanması kaçınılmazdır.
- Soğuk Savaşın en hızlı yıllarına, 1970'lere varıldığında ABD-SSCB rekabetinin yansımalarından biri olarak her iki taraf için de denizaltı tasarımlarında büyük ilerlemeler yaşanmış durumdaydı. Sovyetler, o dönemde, pervane tasarımı için ihtiyaç duyulan nazarî mühendislik; bilhassa matematik ve kuramsal fizik alanlarında en önde gelen ülkelerden biri, muhtemelen de birincisiydi.
Resim.2) Sakallı bir pervane Nato tanımlaması Victor olan ve yakın zamanda hizmet dışına çıkartılan Proje 671 Sınıfı bir Sovyet/Rus denizaltısının kuyruğunda.
- ABD, tecrübî (denel) mühendislik alanında lider durumda olsa da SSCB bu sahada önemli yeteneklere sahipti ve arada ciddi bir fark mevcut değildi.
- Malzeme mühendisliği açısından iki ülke arasında bir eşitlikten bahsedebilmek mümkündü, her iki tarafın bu alanda diğerinden daha ileride olduğu belli bölgeler mevcuttu.
- Velhasıl ilk üç maddenin toplamında açık bir eşitlik durumundan bahsedebilmek mümkündür. Fakat son safha olan imalât mühendisliği alanında aradaki ABD lehine büyük fark, ülkelerin denizaltı filolarının yeteneklerine doğrudan yansıyor ve Rusları büyük sıkıntıya sokuyordu.
İyi bir pervaneyi tasarlamak son derece zor bir mühendislik çalışması gerektirir fakat bu başarıldığında hedef hâlâ çok uzaktadır zîrâ tasarlanan bu pervaneyi uygun malzeme ile yeterli hassasiyette imâl edebilmek daha da zordur! Burada sözü edilen "yeterli hassasiyet" kavramını zamana bağlı bir değişken olarak kabûl etmek gereklidir, mesela onbeş sene önce yeterli görülen bugün için artık değildir gibi.
Denizaltılar üzerindeki başlıca gürültü kaynaklarından biri pervanelerdir, teknik olarak bir tulumba-jet içindeki rotor da pervanedir. Bir denizaltı üzerindeki binlerce/onbinlerce kW gücündeki tahrik sisteminin ucuna bağlı bir pervaneden yayılacak sadece bir(!) Watt'lık akustik enerji, denizaltının yüzlerce hatta uygun koşullarda binlerce mil3 mesafeden tespit edilmesine sebep olur.
İyi de Olay Neydi?
Ruslar belli teknoloji sahalarında çok ilerlemiş olsalar da bazı hususlarda Batının çok gerisinde kalmışlardı. Bu durumun nedenlerine girersek çıkamayız, atlamak iyi olur. Geride kaldıkları en önemli saha bilgisayar donanımlarıydı. Tam da bu sebeple, mesela denizaltı sevk sistemlerini ABD seviyesine eşdeğer bir hassasiyette imâl edemiyorlardı ki bu durum kendi denizaltılarının karşı tarafın sahip olduklarından daha gürültülü olmasıyla sonuçlanıyordu.
70'lerde aradaki fark iyice açıldığından ve sıkıntı giderek büyümekte olduğundan soruna hızlı bir çözüm bulabilmek için pervane imalâtında ihtiyaç duydukları en önemli bileşen olan yüksek teknoloji ürünü çok eksenli bilgisayar kontrollu sayısal metal işleme tezgâhlarını ithâl etme arayışına girdiler.
1980'in başında Sovyet Dış Ticaret işletmesi olan Tekmashimport yukarıda bahsi geçen ve zaten Moskova'da bir ofisi mevcut bulunan Wako Koeki adlı Japon ticaret işletmesi ile temas kurdu. Wako Koeki de aracılık yaparak Toshiba'nın bir alt kuruluşu olan Toshiba Makina ile müşteriyi bir araya getirdi ve Toshiba Makina üretimi üst seviye Çok Eksenli Sayısal Takım Tezgâhlarının satışı için anlaşma sağlandı.
Yazının devamında "Sayısal Takım Tezgâhı" kavramı için yer yer STT kısaltması da kullanılabilir, bir nevi ingilizce kökenli CNC'nin4 karşılığı olarak.
Toshiba Makina bu satışta Norveç kökenli Kongsberg Vaapenfabrik ile işbirliği yapma yoluna gitti ve iki şirket arasında yapılan anlaşmaya göre sayısal tezgâhları Toshiba ve cihazları kumanda edecek bilgisayar donanım ve yazılımları ile 3B pervane tasarım ve üretimine yönelik bazı ilave yazılım paketlerini de Kongsberg sağlayacaktı.
Resim.3) Toshiba tarafından SSCB'ye satılan sayısal tezgâh modellerinden birini temsil ettiği söylenen görüntü.
1981 itibarı ile görüşmeler ve pazarlıklar olumlu sonuçlandı ve taraflar arasında beş farklı sözleşme imzalandı:
- Tekmashimport ile Toshiba'nın dış ticaret satışlarından sorumlu olan C.Itoh arasında imzalanan ilk sözleşme dört adet sayısal freze makinasının satışını ve beş senelik yerinde servis hizmeti ve yedek parça teminini kapsıyordu.
- İkinci sözleşme Kongsberg ile Tekmashimport arasında yukarıdaki makinaları çalıştıran NC-2000 bilgisayarlarını ve servis hizmetlerini kapsıyordu.
- Üçüncü sözleşme Kongsberg ile Toshiba Makina arasındaydı ve C.Itoh tezgâhları SSCB'ye teslim etmeden önce sayısal kumanda bilgisayarlarının, söz konusu MBP-110 tezgâhlarına bağlanabilmesi için Japonya'ya teslim edilmesine yönelikti.
- Dördüncü ve beşinci sözleşmeler Kongsberg ile Toshiba arasındaydı ve satışı gerçekleştiren aracı şirket olan Wako Koeki'ye ödenecek bedel ve gerekli ihracat izinlerinin alınması vesaire gibi evrak işlerini kapsamaktaydı. Bu satışta hem Kongsberg hem de Toshiba'nın, satılan makinaların iki eksenli olduğuna yönelik sahte sertifikalar beyan ettiği söylenmektedir. COCOM'a göre Doğu Blokuna ancak iki eksenli tezgâh satışları serbestti fakat satılan makinalar dokuz eksenliydi.
İlk satış ve teslimat gerçekleştirildikten sonra 1984 itibarıyla aynı şekilde ama farklı model, dört adet beş eksenli büyük sayısal tezgâh daha satıldığı söylenmektedir. Bu ikinci satışta Toshiba makinalar üzerindeki bilgisayarları da kendi verdi ve bu defa Kongsberg işten pay almadı.
Medya senaryosuna göre Batı istihbaratı 1985'e (bazı kaynaklara göre 1987'ye) kadar Japonya ve Norveç (ve aşağıda değinileceği üzere daha önce başlamak kaydıyla Fransa) tarafından yürütülen bütün bu satışları asla fark edememiştir. Ama gerçekten öyle miydi?
Hidroakustik
1980'lerin ortalarından itibaren ABD donanmasının gemilerinden Sovyet denizaltılarını tespit etmekte ve izlemekte aniden ve beklenmedik seviyede büyük sıkıntılar yaşamaya başladıklarına yönelik raporlar gelmeye başladı, soğuk savaş döneminde ilk kez böyle bir durumla karşılaşılıyordu ve belki de ABD o döneme kadar elinde olan büyük bir taktik üstünlüğü kaybetmek üzere miydi?
Bir denizaltının ortama yaydığı toplam gürültüyü meydan getiren muhtelif mekanizmalar mevcuttur. Yine de yazının içeriğine bağlı olarak şimdilik sadece sevk sistemi kaynaklı gürültüler konu edilecektir. ABD-SSCB rekabetinde en önemli unsurlar nükleer tahrikli denizaltılar olduğu için başlıca iki bileşen olarak;
- Pervane kaynaklı gürültüler
- Dişlikutusu kaynaklı gürültüler
belirtilebilir. Diğer gürültü kaynaklarının bu safhada kapsam dışı bırakılması makûldür zîrâ yazıya konu olan zaman diliminde yukarıdaki iki maddede belirtilen kaynakların toplam gürültü seviyesi üzerindeki oranları çok büyüktü, günümüzde ise artık bu oran değişmiş durumdadır.
Resim.4) NATO Hidroakustik araştırma gemisi R/V Alliance [14]. Bu gemi aniden artacak(!) Sovyet denizaltı tehdidine karşı daha güçlü akustik teknolojiler geliştirilebilmesi amacıyla tasarlandı, 1984'te kızağa kondu ve 1986'da inşası tamamlandı. Fakat zamanlamaya dikkât, geminin inşasına karar verenler müneccim miydi? Daha önce başka bir vesileyle bu gemi hakkında birkaç satır yazılmış idi.
Sovyetler büyük ihtiyaç duydukları son derece hassas işleme yapabilen Japon tezgâhlarını alır almaz doğal olarak bunları denizaltılarının sorunlu sevk sistemlerini iyileştirmek için kullanmaya başladılar. Bu tezgâhlar ile denizaltı pervanelerinin (misâl [Resim.2]) daha hassas işlenebilmesi yanında denizaltıların devir düşürücü dişlikutularındaki (misâl [Resim.7]) dişlilerin de imalât kaliteleri arttı ve sadece bu iki mekanizma; pervane ve dişlikutusu alanında yalnızca imalât kalitesinin artması yönündeki iyileşmeler sebebiyle Sovyet atom denizaltılarının genişbant gürültü seviyeleri bir anda kabaca 100 kat civarında azaldı ki bu da 20dB gibi çok büyük bir hidroakustik kazanç anlamına gelmekteydi.
Sovyet gemi mühendisleri soğuk savaşın hızlı zamanlarında Batı'dan farklı bir yaklaşım izleyerek çok daha derine dalabilen ve çok daha hızlı denizaltılar geliştirme yönüne gittiler ve bu hususlarda çok da başarılı oldular. O dönemde ulaşabildikleri azami derinlik ve azami sürât değerleri bugün için dahi son derece yüksektir. Böyle bir yönelim üzerinde, denizaltılarının gürültü seviyelerini rakiplerine eşdeğer seviyeye düşürememelerin etkisi de olsa gerek.
Proje 705 Lira (Nato tanımlaması Alfa) bu çalışmaların zirve noktası olarak kabûl edilebilir. Fakat bu hedeflere ulaşabilmek çok büyük bedellere mâl olmuştu.
Daha sessiz sevk sistemlerini imâl edebilir hâle geldikleri 1980'lerde ise daha düşük maliyetli ve görece daha düşük yetenekli ama daha sessiz ve inşası çok daha ucuz ve kolay tasarımlara yöneldiler. Böylece Proje 945 Barakuda (Nato tanımlaması Sierra) gibi müthiş tasarımların yerini alacak olan meşhur Proje 971 (Nato tanımlaması ile Akula) Sınıfı da ortaya çıkmış oldu...
"Peki ama ya Fransa!" dedi Japonlar
Biraz daha yukarıda bahsedildiği üzere, ABD'de 27 Nisan 1987 tarihinde yayınlanan ilk gazete haberi yoluyla harekâtın kamuoyuna yönelik bölümünü başlatılmıştı. Bunu Japonya aleyhine ülke çapında yürütülen büyük bir karalama kampanyası izledi ama diğer ortak Norveç'e pek lâf eden de yoktu.
Başlarına geleceği anlamaya başlayan Japonlar son çare olarak kendilerinden önce bir Fransız şirketinin de zaten SSCB'ye (muhtemelen 1976'dan itibaren) benzer ayarda muhtelif STT5 makinaları sattığını söyleyince ortalık daha da şenlendi.
Japonlar haksız da değildi Fransanın en büyük ağır sanayi işletmelerinden MFL'nin6 alt kuruluşu olan Forest-Liné tarafından üretilen yüksek teknolojiye sahip, büyük ve hassas çok eksenli STT makinaları Toshiba-Kongsberg satışından çok önce zaten SSCB'ye teslim edilmişti bile.
Japonların kendilerini koruyabilmek için ortaya döktüğü bu bilgi üzerine, ABD Fransa'ya baskı uygulamak (veya öyle görünmek) durumunda kaldı ve nihayetinde hemen görülen bir dava ile 1988'de biri emekli general dört MFL yöneticisi, Sovyetler Birliğine teknoloji transfer etmek ve düşmana istihbarat sağlamak suçlamasıyla üç ay civarında hapis yattı. Doğrusu suç isnâdına oranla verilen cezanın göstermelik olduğu söylenebilir ve durumda bazı başka garipler olduğu da düşünülebilir.
Resim.5) Fives (Forets Liné) üretimi bir Sayısal Takım Tezgâhı. [16]
1980'lerde iyice krize girmiş durumdaki Fransız makina sektörünün ayakta kalabilen son büyük işletmesi olan MFL'nin bir parçası olan Forest-Liné üst seviye takım tezgâhları konusunda zamanının önde gelen üreticilerindendi. Böylesine gelişmiş ve pahalı makinalar ancak Savunma ve Havacılık alanlarında imalât yapan işletmeler tarafından tedarik edilebiliyordu ve dolayısıyla pazar oldukça küçük ve ayakta kalabilmek de buna bağlı olarak zordu.
Forest-Liné (2013 itibarı ile Fives [17]) alanında zamanın en üst düzey birkaç üreticisinden biri olduğundan üretiminin %70 kadarını ihraç ediyordu ve üç büyük müşterisi vardı; ABD, Almanya ve SSCB. İşte patlak veren bu olayla başlayan zincirleme reaksiyon neticesinde yaklaşık 15-20 sene içinde Fransa bu alandaki Avrupa çapındaki liderliğini o zamana kadar en büyük müşterilerinden olan Almanya'ya kaptırıverdi.
İlave olarak MFL'nin önemli ticari rakiplerinden Ingersoll gibi ABD kökenli şirketlerin bu olayı kullanarak MFL'den arındırdıkları SSCB pazarına, Fransızların sattıklarına eşdeğer makinaları sattıkları hakkındaki bilgiler de muhtelif Fransız kaynaklarında bulunabilir. Ve bu geçiş dönemi sonunda Forest Liné bir Fransız şirketinden ABD-Almanya ortaklıklarına sahip bir uluslararası şirket hüviyetine büründü. Görüldüğü gibi oyun içinde oyun hatta onun içinde de başka bir oyun daha...
Buradan nasıl sonuçlar çıkarılabileceğini okuyucuya bırakıp devam etmek iyi olur. Aslında bu konunun bir de Fransa-Rusya arasında Mistral sınıfı gemiler merkezinde yaşanan güncel bir örneği daha var ama o konuyu ayrıca ele almak lâzım.
Yukarıda bahsedilen, meselenin Fransa bağlantısı hem ilgi alanımın dışında hem de hakkında bilgilerim çok kısıtlı, bu sebeple söz konusu alt bölüm eksik veya belki de hatalı bazı veriler içeriyor olabilir. Merak eden okuyuculara bu hususta daha fazla bilgi sahibi olabilmek için Fransız kaynaklarını dikkâtlice incelemelerini tavsiye ederim.
Tavşana Kaç, Tazıya Tut!
Soğuk savaş dönemi boyunca ABD istihbaratının Sovyet askeri teknolojisini ve ordusunu olduğundan daha güçlü göstermek yönünde son derece istikrarlı bir taktik izlediği aşikârdır. Bu durumu doğrulayan pek çok örnek bulunabilir.
Böyle bir siyaset sonucunda ABD sanayisinin, üniversitelerinin ve iktisadının temelini oluşturan askeri amaçlı ar-ge ve üretim faaliyetleri bütününe devamlı olarak çok büyük kaynak aktarabilmek mümkün olmuştur, ne de olsa ateşi kuvvetlendirmek için bir körük lâzımdır.
İşte buraya kadar bahsi geçen mevzuyu da tam olarak böyle bir açıdan değerlendirmek gerekebilir. Özet olarak Ruslar, büyük ölçüde iktisâdi sebeplerle, denizaltı teknolojilerini yeteri kadar hızlı geliştirebilecek sanayi altyapısına sahip olmayı beceremediklerinden, ABD donanmasına ciddi bir rakip olmaktan giderek uzaklaşmaya başlayınca görünmez bir elin yardımıyla kendilerini biraz geliştirmelerinin sağlanması ve bu temele dayanacak bir kampanyayla da ABD'de DSH7 teknolojilerine yönelik onmilyarlarca dolarlık yeni yatırımların önünün açılması hedefleniyordu ve öyle de oldu.
Tabii tâli hedefler de yok değildi, mesela Japon şirketlerini daha iyi tırtıklamak, Fransız şirketlerinin kontrolünü ele geçirmek vesaire gibi ki bunlarda da başarılı olunmuştu.
Japonya ve Norveç gibi tamamiyle ABD tarafından tarafından kumanda edilen ülkelerin kendi başlarına böyle faaliyetler içine girebilmeleri ve üstüne üstlük de kimse tarafından fark edilmemeleri mümkün müydü?
Araya Türkiye'den Bir Başka Pervane Hikâyesi
Günlerden bir gün, İTÜ'deki ilk iki seneyi atlatmış ve nihayet heyecanla beklediğimiz meslekî derslere kavuşmuş olduğumuz beşinci dönemin ilk haftasında, gemi mühendisliğinin en önemli derslerinden birinin açılışına girdik: Gemi Sevki. Ziyâdesiyle meşhur profesör teşrif etti, sınıf ilk ve son defa bu kadar kalabalıktı.
Biraz tanışma faslı, biraz da sohbet şeklinde geçen bu ilk ders ve hocanın konuyla alâkalı olarak bahsettiği muhtelif anılar, tecrübeler ve dahi denizaltı pervaneleri vesaire derken heyecan yükseldi. Ama bu durumun ne kadar da aldatıcı olduğunu anlayabilmek için bir hafta daha geçmesi gerekecekti.
İkinci hafta sabırsızlıkla hocayı beklerken dersin kapısını en çömezinden bir asistan açtı ve dönem sonuna kadar da kesintisiz böyle devam etti. Profesörü belki bir kez daha ancak final sınavında ya gördük ya görmedik... Daha da garibi dersler o kadar tırışkadan nâmeler şeklinde ilerliyordu ve sınavlar o kadar kolay oluyordu ki mesela beni ilkokul beşten alıp bu derse soksalar rahatlıkla geçerdim ve evet maalesef abartmıyorum.
Resim.6) Gölcükte inşaları devam eden alman Tip214 denizaltıları bugün resmî olarak adetâ milli denizaltı kıvamında, büyük bir zafer edasıyla sunulsa da gerçekler böyle mi? Sadece bu yazının temel konusuna bağlı olarak; bu denizaltılar üzerindeki en önemli teknoloji ürünlerinden biri olan pervanelerinin tasarım ve üretimlerini kim yapıyor ki? Madem denizaltı mühendisliği alanında almanlarla eşit düzeydeymişiz(!) [18] bu durumun nasıl bir mantıklı açıklaması olabilir acaba...
Tabii talebelerin belki onda dokuzu belki de daha fazlası bu durumdan son derece memnundu. Böylesine önemli ve aslında gayet zorlu bir dersin sınavından geçmek için derse girmeye veya çalışmaya gerek dahi yoktu, biraz toplama çıkarma, biraz da çarpma bölme tamamdı. Evet çoğunluk durumdan memnundu ama yine de herkes değil. Durumun vahâmetini ve başımıza geleni kavrayan birkaç kişi de vardı fakat bir çâre yoktu.
Böylesine önemli bir mesleki derste nasıl olur da hiçbir şey ama hiçbir şey öğretilmezdi? Üstelik burası İTÜ'ydü. Gerçi bugün artık İTÜ bile yok, oldu size aytiiyuu! Ne mutlu ...(Nasıl diyordunuz?). Acaba buna bakan Yıldız da altta kalmayıp vaytiiyuu oldu mu bilmiyorum, zaten bilmemek daha iyi.
Doğrusu meselenin özü, en azından o yaşta pek anlaşılabilir gibi değildi. Bu kurgunun gerçekte nasıl bir artalanı olduğunu, böylesi hususların ne tür bir tezgâhın parçası olduğunu kavrayabilmek için biraz daha yaşlanmak gerekecekti.
Nesiller boyunca Türk mühendislerinin mesela burada pervane mühendisliği açısından örneklendiği üzere, nasıl kolayca kısır bırakılabildiğini ve bunun sadece sıradan bir numune olduğunu ancak bu tedrisattan geçenlerin bir bölümü kavrayabilir. Fakat kilit noktalardaki birkaç kişi ile ve bu kadar kolayca icra edilebilen bir eylemin, millete uzun vadede verdiği (ve vermeye devam ettiği) zararın büyüklüğünü kavrayınca dehşete düşmemek elde değil.
Tabii bütün öğretim görevlileri aynı düzenin parçası değildi (onlardan Allah razı olsun!) ama sonuçta ortada YÖK adı verilen bir askerî kurum mevcuttu (maalesef hâlâ mevcut) ki temel görevi daima Türkiye'de bilim yapılmasını, teknoloji üretilmesini önlemek olmuştur ve öyle ya yılanın(!) başını küçükken ezmeliydi. YÖK'ü kuran darbecilerin iplerini tutanlar açısından bakıldığında bu kurum Türkiye Cumhuriyetine tarifi mümkün olmayacak derecede büyük bir zararı tek başına verebilmiş olmasıyla adeta bir başyapıt(!) sayılabilir.
İyisi mi Türkiyenin pervane macerasının daha en temelinden ve içerden nasıl dinamitlendiği ile ilgili bu kısa hikâyeyi içerik iyice alengirli hâle gelmeden keselim zirâ söylenebilecek daha çok şey var. Ama bunları bilmeden mesela MİLDEN hikâyesinin nasıl sonuçlanacağını gerçekten anlayabilecek misiniz?
Çin ve Yüksek Teknoloji STT Makinalarının Geleceği
Tarih tekerrür eder durur derler ki bunun doğruluğunu ispât eden bir gelişme hemen bu yazının içeriğine uygun olarak kolayca verilebilir; 1970'lerde Sovyetlerin içinde bulunduğu durumun çok benzeri bugün bir Çin hikâyesi olarak devam ediyor.
Çin Donanması, ülkenin güvenliğini sağlayabilmek için uzun zamandır nükleer denizaltı filosunu geliştirebilmek amacıyla büyük bir çaba içindedir. Kısmen Rus desteği alsa da bu sahadaki çözümlerini büyük oranda kendi imkânlarıyla elde etmek zorunda olduklarından, kaynak ve yeteneklerinin Batıya oranla çok daha sınırlı olmasına da bağlı olarak oldukça zorlandıkları ortadadır.
Tıpkı Sovyet denizaltılarının amerikalılar karşısında düştüğü durum gibi 2000'lerde de Çin denizaltıları sahip oldukları görece yüksek akustik iz sebebiyle amerikan donanması ve bölgedeki uyduları (Japonya ve Güney Kore gibi) karşısında sıkıntılı bir durumdaydı. Her ne kadar ABD donanma kaynakları Çin nükleer denizaltılarını yüksek gürültütü seviyelerinden dolayı uzun süre sualtı traktörü olarak adlandırsalar da bu durum artık yavaş yavaş değişmeye başlamış gibi de görünüyor.
Resim.7) Çinin Tip-092 Sınıfı bir Balistik Füze Denizaltısına ait olduğu belirtilen Ana Dişlikutusu.
1990'lardan itibaren dünya üzerindeki en büyük STT makinası ithalatçılarından biri Çin'dir. Fakat bu bağımlılık Çin açısından, özellikle üst seviye STT makinalarına büyük ihtiyaç duyulan askerî üretimlerde ciddi sıkıntılara sebep oluyordu ki bu sıkıntılı alanların başında denizaltı inşa sanayii gelmekteydi.
Bahsi geçen birinci seviye olan yüksek hızlı, yüksek hassasiyetli ve büyük ölçekli (>100-150ton) STT makinaları teknolojisi alanında bugün dünya pazarının %80'i sadece iki şirketin elindedir; Fanuc (Japonya) ve Siemens (Almanya). Geri kalan yüzde yirmi ise diğer bazı Japon ve Alman şirketleri ile ABD, İngiltere, İtalya tarafından paylaşılmaktadır denilebilir.
Dolayısıyla Batı tarafından Çin üzerine uygulanmakta olan uzun bir teknolojik ambargo listesi sebebiyle Çin ihtiyaç duyduğu makinaları tedârik edemiyordu. Çin devleti bu acizliğe kalıcı bir çözüm bulabilmek ve ülkenin STT teknolojinde ilerlemesini sağlayabilmek için 16 temel konuda araştırma ve teknoloji geliştirme çalışması başlattı çünkü bu teknolojiye hâkim olmadıkça Gemi İnşa, Havacılık ve Uzay, Otomobil ve Motor teknolojilerinde gerçek anlamda başarılı olamayacaklarını anlamışlardı.
Bu çalışmalar neticesinde, geçtiğimiz on senelik dönem içinde önemli ilerlemeler kaydettiler. Bu sene içinde ise denizaltı teknolojilerinde sınıf atlamalarını sağlayacak dokuz eksenli, büyük STT makinalarının ilk örneklerini imâl etmeyi başardılar ama yine de ihtiyaç duydukları seviyeye ulaşabilmelerinin ancak 2025 civarından sonra mümkün olabileceği tahmin edilebilir.
Cin ve Adam
Türkiye'de özellikle savunma sanayii söz konusu olduğunda sıklıkla gündeme gelen ve ister istemez öne çıkan ve hiç soğumayan sıcak bir konu var: Motor!
Bu tespit tabii ki doğru ama doğru olması mâsum olduğu anlamına da gelmeyebilir, eğer ülkede uygulanageldiği üzere asıl sorunları gizleme amacıyla yaygın olarak kullanılıyorsa... Çünkü esas mesele(ler) motordan çok daha derindedir.
Yukarıda İTÜ bağlamında kısa bir örnek ile ifâde edilmeye çalışılan en büyük sıkıntı, özellikle 1946'dan başlayarak günümüze kadar devam eden, dış müdahalelerle kolayca şekillendirilebilen ve düzenli bir şekilde, ilkokuldan başlayarak, genç nesillerin harcanmasını sebep olan eğitim(!) mevzusudur.
Daha somut bir husustan bahsetmek gerektiğinde ise motordan çok daha büyük sıkıntı kaynağı, günümüz şartlarında ülkedeki en büyük teknolojik eksiklik olan yüksek hassasiyete sahip, çok eksenli (beş ve üstü) ağır makina teknolojisidir, başka bir deyişle makina yapan makinalardır. Motor hikâyesi ise bunun yanında devede kulak kaldığı gibi işte bu asıl meseleyi örtmek, gizlemek için bazı çevrelerce kasıtlı olarak da kullanılmaktadır. Oysa bu teknolojiye sahip olmadıkça dış müdahalelerden bağımsız bir şekilde, güncel teknolojik seviyede ve rekabetçi bir motor üretebilmek tamamen imkânsızıdır, evet oyun içinde bir oyun daha.
Bugün gelişmiş STT makinaları teknolojine olan ihtiyacımız herşeyin üstündedir ve eğer gerçekten milli bir savunma sanayiinden bahsedilecekse bu teknolojiye sahip olmadan konuşmak tamamen abesle iştigâldir. Bugün Çin de tam olarak böyle bir sorunla boğuşmaktadır. Bu konuya aktardığı muazzam kaynak ve insan gücüne rağmen henüz kendini tam olarak kurtarabilmiş de değildir. Türkiye'de ise gündemde böyle bir konunun k'sı bile yoktur.
Gümünüzde Milli Denizaltı, Milli Muharip Uçak, Milli Tank gibi son derece önemli ama geçekleştirilmesi fazlasıyla zorlu kavramlar havada uçuşuyor fakat işin en temelindeki sıkıntılar asla gündeme gelmiyor; bir numaralı sıkıntı ne motordur, ne de başka birşey, gerçek sıkıntı STT'dir.
Bu konunun ne kadar önemli olduğunun ilk işareti, kamuoyu tarafından, birkaç sene önce ortaya saçılan 2009 tarihli wikileaks belgelerinde, Türkiye'de kimsenin umursamadığı üç yerli küçük ölçekli metal işleme tezgahı üreticisinin ABD istihbaratı tarafından, çıkarlarına tehdit olarak algılanarak(!) nasıl dikkâtle izlendiğinin ortaya çıkmasıyla da kendini açıkça belli etmişti. Bu şirketlerin üretimleri de ülkemiz için son derece değerli olmakla birlikte burada bahsi geçen üst seviye STT teknolojine henüz onlarca sene uzakta olduğumuz söylenebilir.
Resim.8) Tamamen 3 Boyutlu Yazıcı ile imâl edilen ilk ateşli silâh. Türkiye'de 3B yazıcı mevzusu küçük ölçekli uygulamalar dışında pek önemsemese de tamamen metal alaşımları kullanarak yapılan üst seviye 3B yazıcı uygulamaları STT kavramının yeni boyutlara taşınmasına sebep olacak ve gidişâta bakıldığında Türkiye bu alanda da ithalâtçı olmaktan öteye geçemeyecek gibi.
Yüksek Hassasiyete sahip ve Büyük Ölçekli STT makinalarını geliştirmek ve üretmek son derece büyük teknolojik eşiklerinin aşılmasını gerektirmektedir ama dahası tek üretici konumundaki Batının uyguladığı çok sıkı ihracat kontrol mekanizmaları, Türkiye gibi Batı tarafından birinci seviye tehdit olarak görülen üçüncü dünya ülkelerinin bu teknolojileri parasıyla dahi (istediği gibi kullanabilecek düzeyde) tedarik edebilmesine açıkça engel olmaktadır.
Türkiyenin beş-eksen ve üstü büyük STT makinaları ithâl edebilmek için makina başına 50milyon dolar hatta daha fazlasını bayılması ve üstüne bunları askerî amaçla kullanmayacağını beyan etmesi ve onun da üstüne makinalarla yaptığı imalâtın Batı'dan gönderilecek memurlar tarafından devamlı olarak gözlemlenmesini kabûl etmesi vs. gerekmektedir.
Deniz Kuvvetleri Komutanının denizaltı mühendisliği alanında Almanlarla eşit durumdayız(!) diyebilmesine8 [18] sebep olan trajik ruh hâlimizi görünce gelecek için iyimser düşünebilmek mümkün değil doğrusu. Tabii bir Türk 75,5 amerikalı ettiği gibi neden 395,7 alman ediyor olmasın ki! Başparmak büyüklüğündeki bir elektrik motoru yüzünden almanlar tarafından koca tersane olarak nasıl da kolayca madara edilebildiğimizden daha önce bahsedilmişti. Velhâsıl şu hâlimizi özetlemek için çok uygun bir deyim de dilimizde mevcut;
Cin olmadan adam çarpmaya çalışmak!
|